Hekim Forumu / Ekim - Kasım 1998


  • Haziran 13, 2011
  • 5493

YÖNETİM KURULU�NDAN
Cumhuriyet�le nice 75 yıla
Yönetim Kurulumuz, seçimlerden sonraki ilk altı aylık çalışma dönemini tamamladı. Aday olurken hedeflerimizden biri, daha geniş hekim katılımının sağlandığı, mesleki sorunlara hakim olan etkili bir Oda yaratmaktı.
Öncelikle Oda merkezindeki çalışmaları yeniden düzenlemeyi, Oda mekanını üyelere daha iyi hizmet verecek hale getirmeyi planladık. Uzun süredir yapılamayan onarımlar yapıldı. Çalışma mekanlarının şimdi daha sıcak ve rahat olduğu, Oda�ya gelen meslektaşlarca da ifade ediliyor.
Bir başka planımız, Oda merkezindeki katlardan birini uzmanlık derneklerinin kullanımına açmaktı. Bu amaçla 1. katta yeni düzenlemeler yapıldı. Uzmanlık dernekleriyle yaptığımız toplantıda bu fikrin genel kabul gördüğü ortaya çıktı. Yılbaşına kadar bu proje de yaşama geçmiş olacak.
Temsilciler Kurulu seçimleri Ekim ayı sonuna kadar büyük ölçüde tamamlandı. Seçimlere bu yıl büyük bir ilgi olduğunu sevinçle gördük. Temsilciler Kurulu son toplantılarını geniş katılımlarla yaptı. Umudumuz, hekimlerin gündemini Oda�ya taşıyan, Yönetim Kurulu�na yol gösteren, yanlışlarımıza dikkat çeken bir Temsilciler Kurulu�dur. Bu kez hekimlikte daha deneyimli çok sayıda üyemizin de temsilci olması, bu umudu artırıyor. Bütün üyelerimizi temsilcilerine düşüncelerini aktarmaya, birimlerdeki temsilcilik çalışmalarına destek olmaya çağırıyoruz. Seçimlerde oy veren, aday olan, seçim komisyonlarında yer alan tüm hekimlere teşekkür ediyor, seçilenleri kutluyoruz.
Tabip Odası�nı 21. yüzyıla hazırlama görevini üstlenmiş bulunuyoruz. Hepimizin gönlünde yatan bir Tabip Odası için maddi olanak gerekli. Üye aidatlarına dayalı bir bütçe anlayışımız var. Üyelerimiz, son derece mütevazı aidatlarını zamanında ödeseler, birçok projeyi yaşama geçirmemiz mümkün. Bu nedenle sizlere, pek hoşunuza gitmese de, bugünlerde elinize geçen uyarı mektuplarını göndermek zorunda kaldık. Aidat ödemenizi kolaylaştırmak için her yolu deniyoruz. Gelecek yıl internet aracılığıyla da aidat ödeyebileceksiniz. Uyarımıza olumlu yanıt vereceğinize inanıyoruz.
Cumhuriyet�in 75. yılını büyük coşku ve gururla kutluyoruz. Cumhuriyet�in kazanımlarından önemli bir kısmının da tıp ve sağlık alanında olduğunun bilincindeyiz. İstanbul Tabip Odası, hekimlerimizin, Cumhuriyet değerlerine sahip çıkma kararlılığını kamuoyuna duyurmaya özen göstermektedir. Odamız, Taksim�deki çelenk törenine birçok hastane ile birlikte katıldı. 29 Ekim günü Taksim alanındaki yürüyüş ve kutlamalarda Tabip Odası korteji, Sivil Toplum Kuruluşları Birliği�nin en başında yer aldı. 5 Kasım günü ise, Prof. Dr. Nusret Fişek anısına �Cumhuriyet dönemi sağlık politikaları� konulu bir panel düzenlendi. SSKGöztepe ve ?işli Etfal Hastaneleri ile Üsküdar Sağlık Grup Başkanlığı�nca düzenlenen �Cumhuriyet ve sağlık� konulu panel ve etkinlikler, meslektaşların beğenisini topladı.
Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak, iyi hekimlik yapmak, halka hizmet vermek, bilimsel gelişme ve aydınlanmadan yana olmak, laiklik ve demokrasi için, yurttaşlar olarak çaba göstermek ve ülkemizin bağımsızlığını titizlikle korumakla mümkün. İstanbul Tabip Odası, 70. yaşına yaklaşırken, bütün bu değerler için çaba gösteren kurumlar arasında yer almaya devam ediyor. Bu düşüncelerimizi İstanbul Üniversitesi Rektörü�nü ziyaret ettiğimizde dile getirdik. İstanbul Valisi�ni, göreve gelişi nedeniyle ziyarete gittiğimizde ifade ettik.
Genç Tıbbiyeli Destek Bursları da bu yaklaşımımızın bir ifadesidir. Sizlerin ve yardımsever kuruluşların katkılarıyla hekimler arasında bir dayanışmayı organize etme kararı aldık. Her ay yapacağınız düzenli katkılarla, desteğe gerek duyan tıp öğrencilerine maddi katkıda bulunacağız. ?u ana kadar, burs almak için Odamıza başvuran öğrenci sayısı 100�ü geçti. İlginizi bekliyoruz.
Evet, 70. kuruluş yılımızı kutlamaya hazırlanıyoruz. 3. Mıntıka Etıbba Odası olarak kuruluşumuzdaki hükümet kararında, Gazi Mustafa Kemal�in ve Dr. Refik Saydam�ın da imzaları var. Köklü bir meslek örgütü olarak bir dizi etkinlik için arkadaşlarımız şimdiden hazırlık yapıyor. Öncelikle, İstanbul Tabip Odası�nın tarihini yazmayı planlıyoruz. 14 Mart etkinlikleri, gelecek yıl başka bir anlam da taşıyacak. Bu konudaki önerilerinizi bekliyoruz.
Yan sayfada, hekimlik ve reklam konusunda Etik Kurulumuzun Eylül toplantısında aldığı kararları bulacaksınız. Hekimlerimizin deontolojiye aykırı davranışları, mesleğin saygınlığını azaltıyor. Basın yoluyla yapılan tanıtımlarda ne yazık ki izlemekte zorlandığımız kadar çok hata yapılıyor. Yönetim Kurulumuz, basın kuruluşlarını bu konularda uyaran ve ilkelerimizi hatırlatan bir mektup gönderdi. Üyelerimize de bu sayıda tekrar hatırlatıyoruz. Bu uyarılardan sonra deontoloji kurallarını ihlal edenleri Onur Kurulu�na vereceğimizi duyuruyoruz.
Kasım ayı boyunca işyeri hekimliği kursları yapılacak. Yönetim Kurulumuz, her defasında bu tür kursların son kez yapılması dileğinde bulunuyor. Özlemimiz, uzaktan eğitim yöntemlerinin de kullanılması. Dokuz tam gün süren, üyelerimizi günlük uğraşılardan koparan ve zaman zaman bir eziyet halini alan bu tarzın düzeltilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kursların yöntemi konusunda Türk Tabipleri Birliği bünyesinde farklı görüşler var. Son Genel Kurul�da bu yöndeki değişiklik önerilerimiz az farkla da olsa reddedildi. Umudumuz bir başka Genel Kurul�a kaldı.
Oda çalışmalarıyla ilgili diğer haberleri Hekim Forumu�nda okuyabilir, internet aracılığıyla �web� sayfamızdan izleyebilirsiniz.
Mesleki ve günlük yaşamınızda sağlık, mutluluk ve başarı dileklerimizle.
Saygılar,sevgiler sunuyoruz.
*
*
Hekimlik, etik ve reklam
Hekimlerin basınla ilişkileri sırasında yaşanan etik dışı davranışların yaygınlaşması nedeniyle, konu, İstanbul Tabip Odası Etik Kurulu�nun Eylül toplantısında ele alındı.
Gerek haberler, gerekse açık veya örtülü reklamlar ile ilanlarda, deontoloji kurallarının ihlali anlamına gelen davranışlar ayrıntılarıyla belirlendi. Tüm basın kuruluşlarına da ulaştırılan Etik Kurul kararlarını bilginize sunuyoruz:
1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San�atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun�un 24. Maddesi, �Mesleklerini uygulayan hekimler hastalarını kabul ettikleri yer ile muayene saatleri ve uzmanlıklarını bildiren ilanlar verebilirler. Diğer biçimde ilan, reklam ve benzerlerini yapmaları yasaktır� demektedir.
1995 tarihinde yürürlüğe giren 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun�un 16. Maddesi ise, �Ticari reklam ve ilanların yasalara uygun olmaları esastır�hükmünü içermekte ve reklam ve ilanları değerlendirirken el broşürlerinden tabelalara, etiketten, gazete, radyo ve televizyon reklamlarına kadar tüm alanları inceleme kapsamına almaktadır.
O nedenle 1219 sayılı Yasanın 24. Maddesinde tanımlananın dışında ilan ve reklam yapan hekimler ve sağlık hizmeti sunan şirketler, 4077 Sayılı Yasa�nın 16. Maddesine aykırı davranmış olmaktadırlar. Aynı şekilde, ilan ve reklamları yayınlayan televizyon, radyo ve gazete gibi medya kuruluşları ile bunları hazırlayan reklam ajansları da ayrı ayrı olarak bu yasa hükmüne aykırı davranmış olmaktadırlar.
Anılan yasalarda belirtilen hükümler, hekimlerin uymakla yükümlü oldukları Tıbbi Deontoloji Tüzüğü�nde de yer almakta ve bunlara aykırı davranan hekimler ile sağlık kuruluşlarının sorumlu hekimleri hakkında tabip odaları tarafından Türk Tabipleri Birliği Soruşturma ve Yargılama Yönetmeliği uyarınca disiplin soruşturmaları açılarak onur kurullarına sevk edilmeleri gerekmektedir.
tanıtımda ihlallerin çeşitleri
Hekimler hakkında disiplin soruşturması açılmasını gerektirecek tıp etiği ihlallerinin sık görülenleri şunlardır:
� Yaygın olarak kullanılmakta olan bir tıp teknolojisinin ya da tıbbi bilginin kişisel veya kurumsal reklam için kullanılması,
� Yabancı sağlık kuruluşlarının veya yabancı hekimlerin adının kişisel ya da kurumsal reklam için kullanılması,
� Adı belirtilen bir sağlık kurumunun (veya hekimin)haksız ve bilimsel dayanak olmaksızın kötülenmesi yoluyla yine adı belirtilen bir başka kurumun (veya tanıtımı yapan hekimin kendisnin)daha üstün olduğunun belirtilmesi, ima edilmesi,
� Bilim dışı tedavi yöntemlerinin tanıtımının, hekim adı, kurum adresi belirtilerek yapılması,
� Hekimlik kimliğinin ticari bir ürünün tanıtımında kullanılması,
� Deontoloji Tüzüğü�ne göre açıklanması yasaklanan hastaya ait bilgilerin kişisel ya da kurumsal reklam için kullanılması,
� Yayını hazırlayan kişinin hasta kimliğiyle hekimin veya onun kurumunun tanıtımında yer alması.
disiplin soruşturması
Tanıtım ihlalleri nedeniyle İstanbul Tabip Odası�nca açılan soruşturmalara verilen savunmalarda hekimler, basında yer alan bilgilerin kendileri tarafından değil, bağlı bulundukları sağlık kurumunun �halkla ilişkiler görevlileri� tarafından yaptırıldığını bildirmektedirler ve etik yönden kabul edilemeyecek, toplumu yanlış yönlendirmeyi hedefleyen, haksız rekabet niteliğindeki ifadelerin, kendilerinin değil, yayını yapanın sorumluluğunda olduğunu ileri sürmektedirler.
Bu nitelikteki yayınlarda belirtilmiş bir ad ve adresle açıkça yer alan hekimler tekzip için başvurduklarını belgeleyemedikleri ya da bu yayınlar için gereğinin yapılmasını Tabip Odası�ndan talep ettiklerini ortaya koyamadıkları sürece, haklarında disiplin soruşturması açılmaktadır. Meslektaşlarımız hakkında disiplin soruşturması yapmamızı gerekli kılan bu tanıtım ihlallerinin çoğunun hekimlerin ve yayını yapanların konuyla ilgili bilgi eksikliğinden kaynaklandığına inanmaktayız ve durumun düzeltilmesinde medya kuruluşlarının önemli katkısı olacağını düşünüyoruz.
*
*
DOSYA: İLAÇTA PATENT YASASI
Elle gelen düğün..
Dr. Ali Serdar Fak
Ülkemizde 1 Ocak 1999 gününden itibaren ilaçta patent yasası yürürlüğe girmiş olacak. Uygulamanın başlamasına az bir zaman kaldı, ancak yasa hâlâ tartışılıyor. Kimileri patent uygulamasının dünyada hızla yayıldığını bundan kaçış olmadığını savunuyor, kimileri uygulamanın pek de hayır getirmeyeceğini söylüyor.
İlaçta patent nedir?Ne getiriyor? Taraflar neyi tartışıyor?
Hekim örgütlerinde konunun meslekle yakın ilişkisine karşın bir hareketlilik ya da tartışma ortamı göze çarpmıyor. Hekimler arasındaki gözlemlerimiz çerçevesinde konunun pek çok özelliğinin yeterince bilinmediğini farkettik. Diğer yandan pek yakında eczanelerde, belki de hastanelerde Eczacılar Birliği�nin afişleriyle, el ilanlarıyla karşılaşacağız. Biraz bilgilenmekte, dahası fikir cimnastiği yapmakta yarar olabilir diye düşündük.
Patent nedir?
Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği�nin tanımına göre patent�başkalarının bir malın imalatı, kullanımı ve satışından ya da imal usulünden faydalanmasını menedebilmek için sahiplerine hükümetler tarafından verilen bir imtiyaz�. Üçüncü şahısların yararlanmasını engellemek yetkisini de tanıdığından, hukuki açıdan da mutlak bir imtiyaz.
Ülkemizde ilaçta patent mevzuatı hangi süreçten geçti?
Yaklaşık 15 yıldan bu yana tartışılmakla birlikte bu konudaki güncel düzenleme DYP-CHP hükümeti tarafından yapıldı. Haziran 1995�de 551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname (KHK)çıkarıldı. Bu kararnamenin geçici 4. maddesine göre tıbbi ve veteriner ilaç üretim usullerine patent belgesi ile sağlanan korumanın 1 Ocak 2000�de, tıbbi ve veteriner ilaç ürünlerine patent belgesi ile sağlanan korumanın da 1 Ocak 2005 tarihinde başlayacağı öngörülüyordu. Daha sonra 22.9.1995 tarihinde 566 sayılı KHK ile mevzuatta değişiklik yapıldı ve ilaç ürünü ve usullerine patent belgesi ile sağlanan korumanın 1 Ocak 1999�da başlayacağı ilan edildi. Hükümet bu değişikliğin Avrupa ile Gümrük Birliği Anlaşması sonucu gerekli olduğunu açıkladı.
İlaçta patent yasası hangi değişikliklere yol açar?
Bu noktada tarafların farklı görüşleri var. Patent uygulamasını savunan yabancı ilaç firmaları öncelikle hak gaspının sona ereceğini vurguluyorlar. Ayrıca sadece orijinal ilacın piyasada olmasının üretim ve sunum kalitesini arttıracağını söylüyorlar. Temel tez, orijinal molekülün üretim biçiminin de orijinal olduğu ve mutlaka fark taşıdığı. Diğer yandan özellikle Türk Eczacılar Birliği (TEB) ve Yerli İlaç Sanayicileri Derneği (YİSAD)  patent uygulamasına, en azından bu şekilde yürürlüğe girmesine karşı çıkıyorlar. Patent uygulaması ile jenerik ilaç üretiminin son bulacağını ve ilaçta tekelleşmenin ortaya çıkacağını belirtiyorlar. Tekelleşme konusunda ise kısa bir süre önce Mestinon isimli ilaçta yaşanan kriz anımsatılıyor. İlaç fiyatlarının yükseleceği, halkın ve özellikle kamu kurumlarının alım gücünü aşacağı da temel kaygılar arasında. YİSAD�ın üzerinde durduğu bir diğer kaygı da uyum sürecinin tanınmaması nedeniyle yerli ilaç sanayiinin tasfiye olacağı yönünde.
Türkiye, patent uygulamasına hemen başlamak zorunda mı?
Bu konuda da fikir birliği yok. Batı dünyası patent uygulamasının yaygınlaşmasından yana ve tüm dünyaya dayatıyor. Er ya da geç patent yasasının kabul edilmesi gerektiği görüşünü çoğunluk paylaşıyor. Ülkemizde ise ilk KHK ile belirlenen tarihin zorunluluk yokken 5-6 yıl öne alınmış olması tartışma konularının başında geliyor. YİSADbu karar değişikliğinin yani Türkiye�nin geçiş tarihinin öne alınmasının hazırlık - uyum süresini kısalttığını ve mağduriyet yarattığını savunuyor. Diğer taraftan yabancı firmalar tarihin öne alınmasından memnun.
Tartışılan konu ne?
İstanbul Eczacılar Odası�na (İEO) göre ilaç, tüketicinin tercih edebilme şansının bulunmadığı temel ve yaşamsal bir gereksinim maddesi. İEO özellikle 2. KHK ile geçiş tarihinin öne alınmasının üzerinde duruyor. Oda Başkanı Ecz. Erkan Önsel, başlangıç tarihinin 2005 yılından vazgeçilerek 1999 yılına çekilmesi nedeniyle �görevlerini kötüye kullanmaktan�dolayı devrin başbakanı Tansu Çiller ve kabine arkadaşları hakkında İstanbul Cumhuriyet Savcılığı�na suç duyurusunda bulunduklarını belirtiyor. Bu konu ile YİSAD da ilgileniyor. YİSAD 26.6.1995 tarihinde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Avrupa Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi�ne (İAHAUM) başvurarak bilirkişi görüşü istemiş. Sorun, geçiş tarihinin öne alınmasının Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde gerçekten zorunlu olup olmadığı. YİSAD Türkiye�nin daha önce imzalamış olduğu uluslararası TRIPSanlaşmasının hükümlerine göre patent yasasında uzunca bir geçiş ve uyum süreci hakkının saklı olduğu görüşünde. Gerçekten de İAHAUM tarafından yapılan inceleme sonucu �... Türkiye�in çok taraflı bir uluslararası anlaşmanın kendisine tanıdığı intikal süresi hakkında tek taraflı olarak ve herhangi bir gereklilik bulunmadan feragat ettiği...�görüşü benimsenmiş.
Hekimler ne düşünüyor?
Hekimler konuyla ilgili olarak tartışmaya pek katılmış görünmüyor. Çoğu arkadaşımıza, meslektaşımıza sorduğumuzda, patent sözcüğünün bir çeşit güven-kalite çağrıştırdığına tanık olduk. Ülkemizde büyük-küçük çok sayıda firmanın üretim yaptığı biliniyor ve özellikle kalite denetiminin de pek olmadığı bir gerçek. Bu durumda patent uygulamasına geçiş birçok hekim tarafından bir çözüm olarak algılanıyor. Oysa ilaçta standardizasyon ve kalite denetimi patentten farklı ve ayrı bir konu. Yani ilaç üreten firmaları denetlemek, standartları saptamak ve izlemek �patent� gerektirmeyebilir. Diğer yandan hekimlerin gözönünde bulundurduğu bir nokta daha var. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)1977 yılından bu yana temel ilaçlar politikası öngörmekte. Bu politikanın temelinde ilaç piyasasındaki çok çeşitliliğin yarattığı fiyat ve nitelik farklarının içinde uygun ve güvenilir ilaca yönelmek gibi bir kolaylık var. Bir ilacın patentli ticari isim taşıyan ucuz eşdeğerleri (jenerik ilaçlar)DSÖ tarafından önerilmekte. Patent uygulaması esasen DSÖ�nün bu önerisiyle çelişiyor.
İstanbul Tabip Odası ise yakın zamanda konuyla ilgili bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada ilaçta dışa bağımlılığın veya tekelleşmenin fiyatları artırdığı gibi, eczanelerde bulunmasını da tehlikeye soktuğuna değiniliyor. Kullandığımız ilaçların büyük kısmının yerli ilaç sanayiince üretilmekte olduğu vurgulanıyor. Yerli ilaç sanayiinin henüz istenen düzeyde olmasa da akılcı ulusal politikalarla ülke gereksinimini karşılar düzeye gelme umudu taşıdığı belirtiliyor. Açıklamada ayrıca yabancı tekellerin dayatmalarının daha geniş ve güçlü bir ulusal birlik oluşturarak yenilebileceğine işaret edilerek, ulusal bir ilaç politikası için mücadele öngörülüyor.
Dosya için yararlanılan kaynaklar
1- Akılcı İlaç Kullanımı Çalışma Grubu Raporu, Toplum ve Hekim 1993, Aralık:16-19
2- Yerli İlaç Sanayicileri Derneği Basın Bildirisi
3- İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Avrupa Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi Bilirkişi Raporu, 9.10.1995, İstanbul
4- TEB İstanbul Eczacı Odası Basın Bildirisi, 21.5.1998 /2081
*
*
Prof. Dr. Özdemir ile Mestinon üzerine
Miyasteni tedavisinde kullanılan Mestinon isimli ilacı üreten Roche firması bir süre önce ilacın üretim ve satış haklarını bir başka firmaya devretti. Sözkonusu firmanın Türkiye�de faaliyeti olmadığından ilaç ülkemizde bulunamaz hale geldi. Konuyla ilgili olarak Kas Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Coşkun Özdemir ile görüştük.
Sayın Prof. Dr. Özdemir, kısa bir süre önce Mestinon isimli ilaç piyasadan çekildi ve miyastenili hastalar büyük sıkıntı yaşadı. Neden oldu bu?
Roche firması Mestinon isimli ilacın imalini durdurma kararı verdi, bunu ICNfirmasına devretti. Bu devrin nedenini bilmiyoruz. Büyük bir olasılıkla daha pahalı ilaçlarla ilgilenmeyi tercih etmektedirler. Mestinon imali rantabl olmasa gerek.
Sonraki gelişmeleri özetler misiniz?
Ben yurtdışından dönüşümde bu durumdan haberdar oldum. Roche firmasını aradım. Yetkili müdürle görüşemedim. Eczacı Odası ve Tabip Odası�nı aradım. Gazeteci dostlarımla konuştum ve bu ilacın yokluğunun nasıl riskli bir durum yaratacağını, bir gün bile eksikliğinin hastayı yatağa düşüreceğini, ölümlere bile yol açabileceğini anlattım. Bu konuda yayınlar yapıldı. Birkaç gün sonra Roche müdür yardımcısı ile konuşabildim. Onlara böyle bir durumdaki sorumluluklarını, bunun ağırlığını söyledim. Nihayet sanırım bu girişimlerden ve yayınlardan etkilenerek bana ilacın Eylül sonunda yeniden imaline ve o zamana kadar olan ihtiyacı karşılamak üzere de hemen 5000 kutu ithaline karar verdiklerini bildirdiler.
Böylesine yaşamsal ilaçların imali, onun durdurulması, devredilmesi elbette bir denetim altında olmalı. Bir firmanın artık bu imalatı yapamıyoruz diye aniden karar vermesi, verebilmesi engellenmeli.
*
*
İlaçta patent nedir?
Yeni bir ilacın üretimi ve satışı ile ilgili tüm hakların belirli bir süre için (15-20 yıl)yalnızca o ilacı bulan kişi ya da firmaya ait olmasıdır.
Her buluş, emek ürünüdür. Dolayısı ile bulucusuna belirli haklar sağlaması doğaldır. Bu durumu emeğe saygısı olan herkes kabul eder. Ancak konu ilaç ve insanların sağlığı olunca durup, düşünmek gerekir.
Neden? Çünkü; ilaç, sosyal bir üründür. İlaç, insanın �sağlıklı yaşam hakkı�nı kullanabilmesi için �olmazsa olmaz�lığı olan çok özel, sosyal ve stratejik önemi olan bir üründür.
*
*
İlaç... ilaç... ilaç... ilaç... ilaç... ilaç...
İlaç, zengin-yoksul herkese, gereksinim duyulduğunda ertelenmeden sağlanması gereken bir üründür.
İlaç, hastanın kendi tercihine göre seçemediği, bir başka anlatım ile tüketicinin istem (talep)esnekliğinin bulunmadığı bir üründür.
İlaç, kamu sağlık harcamaları içinde %40�lık payı ile, en önemli gider kalemlerinden birini oluşturduğundan kamu harcamaları açısından da önem taşımaktadır.
Ülkemiz ilaç tüketimi konusunda kişi başına 28 ABDdoları ile dünya ülkeleri arasında 22. sıradadır. Gelişmiş ülkelere oranla az gibi görünmekle birlikte, ulusal gelir, asgari ücret gibi ölçütler hesaba katıldığında ilaç tüketimi küçümsenmeyecek boyutlardadır. Halen sosyal güvenlik sisteminin dışında kalan %35�lik nüfus kesiminin ilaç tüketimi oldukça sınırlı boyutlardadır. Diğer yandan bir emeklinin, sigortalının evindeki ilaç miktarı küçük bir eczane boyutuna ulaşabilmektedir. Yani toplumun bir kesimi 60-100 dolarlık tüketim yaparken, diğer bir kesimde bu tüketim 5-10 dolar düzeyinde kalabilmektedir.
Temel ilaçlar politikası 1977 yılından beri Dünya Sağlık Örgütü�nün öngördüğü bir politikadır. Bu politikalara sağlık standardında düşme olacak görüşü ile karşı çıkan birçok gelişmiş ülke daha sonraları jenerik ilaç uygulamasına geçmiştir. 1984-1986 arasında ABD�de üretilen jenerik ilacın sayısı 100�ün üzerindedir. 1988 yılında ilaç tüketiminde bu yolla sağlanan tasarrufun parasal değeri 2 milyar dolardır. Yine ABD�de 20 bine yakın ilaç bulunmakla birlikte bir çok hastanenin etkinlik ve ekonomik olma ilkeleri ile seçilmesi öngörülen 400 ilacı aşmayan temel ilaç listeleri bulunmaktadır.
*
*
Hukuki durum
Şu anda ülkemizde ilaçta patent uygulaması yoktur.
27 Haziran  1995 tarihinde yayınlanan 551 sayılı �Kanun Hükmünde Kararname�bu uygulamaya 2005 yılında geçilmesini karara bağlamışken, 22 Eylül 1995 tarihinde �bir gece yarısı operasyonuyla�çıkarılan kararnameyle bu süre 1 Ocak 1999�a geri çekildi. Üstelik TRIPSanlaşmasında asgari bir 5 yıllık uyum süresi varken. Neden? (21.05.1998 /2081) İstanbul Eczacı Odası
*
*
Hekimlerle mini anket: hem ucuz olsun, hem denetlensin
Kadın hastalıkları ve doğum uzmanı, muayenehane hekimi, 55 yaşında, erkek
İlaçta patent hakkında ne düşünüyorsunuz?
...... Patentsiz ilaçlar var, patentliler var. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben piyasaya çıkmayan, izin verilmemiş hiç bir ilacı yazmam.
Ruhsatlı / ruhsatsız ayırımından söz etmiyorum. Patentsiz ama ruhsatlı ilaçlar var. Bunlar hakkında...
Patentsiz ruhsat veriliyor mu?
Evet, patent ilacı geliştiren firmaya ait. Ama kopyalamayla bu ilacı üretmek ve ruhsat, yani kullanım izni, insan sağlığına zararlı değil yararlı olduğu izni almak mümkün.
Valla ekonomik yönden bir takım dalavereler olabiliyor bu işlerde.
Peki reçete yazarken eşdeğer ilaçlar arasında bir tercihiniz oluyor mu?Neye göre oluyor?
İlacın tabi ki etkisi önemli. Bazı ilaçlar var mesela, çok bilinen bir markanın taklidi. Uyduruk oluyor bu taklitler. Ama etkisi aynıysa iki eşdeğer ilacın tabi ki ucuz olanı tercih ederim. Benim için önemli olan marka değil, işe yarar olması ve ekonomikliği.
Patent yasası yürürlüğe girince bu ucuz eşdeğer ilaçlar ortadan kalkacak.
Bu kimin menfaatine?Ya patentsiz olan ucuzlatsın, ya diğeri denetlensin. Devlet bu işi takip etsin.
Çocuk hekimi, serbest, 47, erkek
İlaçta patent hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yok. Bir fikrim yok.
Patentsiz ilaçlar var, patentliler var. Bir firma bir ilacı geliştirdiğinde onun için patent alıyor. Bir de bu ilacı geliştirmedikleri halde üretip ruhsatlandıran firmalar oluyor.
(...)gibi büyük firmaların ilaçlarını tercih ederim, daha iyi doze ediliyor. Bakanlık piyasadaki ilaçları kontrol ediyor ama tam ediyor mu bilemiyorum.
Peki reçete yazarken eşdeğer ilaçlar arasında bir tercihiniz olabiliyor mu?Neye göre oluyor?
Pahalı ise, daha ucuz olanı tercih ediyorum. Hastanın alım gücü önemli oluyor. İstediğiniz kadar pahalı ilaç yazmaya meyledin, insanların alım gücü sınırlı, hele bizim çalıştığımız bölgelerde. Reçeteyi yaptıramıyorlar. Onun için ilacın ucuzluğuna dikkat ediyoruz.
İlaç tercihi konusunda bir baskı zorlama olmuyor mu dışarıdan?
Baskı değil de. Mümessiller geliyorlar, tanıtım yapıyorlar. Tanıtım çok olunca insan ister istemez etkileniyor.
Kadın doğum şefi, eğitim hastanesi, bayan, 54
İlaçta patent konusunda ne düşünüyorsunuz?
Olsun diyorum. Ortada bir karışıklık var. Çok fazla ilaç var. Hangisi patentli hangisi değil bilmiyoruz. Ben 12 yıl Avrupa�da yaşadım. Orada böyle bir şey yoktu. Ama ilacın reklamı yapılmamalı.
Reçete yazarken hangi ilaçları tercih ediyorsunuz?
Etkili olan ilaçtan yanayım. Bazı ilaçlar çok ucuz. Nasıl oluyor da bu kadar ucuza malediyorlar?Etken maddesini eksik koyuyorlar ki bu kadar ucuz oluyor. Bu bende tereddüt yaratıyor.
Çevrenize ilaç tercihleri konusunda bir öneriniz oluyor mu?
Ben eğitim hastanesindeyim. Tabi ki kendi tecrübelerimi asistanlara anlatıyorum. Onlar da tabi bizi izleyecekler ama zaman içinde kendi tarzlarını da oluşturacaklar. Bizim tecrübelerimizden yararlanırlar. Gerisi onların bileceği bir şey.
Kenan Öner, 46, pratisyen hekim, belediyede görevli, işyeri hekimi
Patent yasasının yürürlüğe girmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Patent yasasının çıkmasını tavsiye ediyorum. O kadar çok ilaç var ki, yasa çıkarsa daha kolay takip ederiz. Gerçi tek bir ilaca inince de fiyatlar artar, tüketici zararlı çıkar ama doktor olarak ben bıktım. Sağlık Bakanlığı fiyat kontrolü yapmalı. Fiyat serbest olmasın ama patent yasası çıksın. SSK�nın ucuz ilaçları mesela, ne yaptığı belli değil, etken madde var mı içinde, ne kadar var belli değil.
Reçete yazarken ilaçlar arasında bir tercihiniz oluyor mu?Neye göre oluyor?
Fiyat çok önemli. Çok fakir bir bölgede çalışıyorum. Zaten ilacı yazması çok zor. Eskiden hekimin parası çok büyüktü. ?imdi tam tersi oldu. İlacı alamıyor insanlar hekime gelseler bile. Bir antibiyotik, bir ağrı kesici, bir de öksürük şurubu yazdığımız bir reçetenin yaptırılması 10 milyon lira. Vatandaş da ucuz ilaç istiyor.
Ama tabi ucuzluk derken, güvenilirlik de çok önemli. Ham maddesi eksik olmasın. Bakanlığa çok iş düşüyor burada. Bir ilaç 2 milyon, eşdeğeri 5 milyon. Neden bu kadar fazla fark var?Birinin fiyatı çoksa, pahalıysa niye o kadar pahalı? Yok o normalse, diğeri nasıl bu kadar ucuz satılabiliyor?Denetim çok eksik.
Mansur Beyazyürek, psikiyatrist, serbest, 48
İlaçta patent yasasının yürürlüğe girmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ruhsatlı olan ilaçları mı kastediyorsunuz?
Hayır ruhsatlı olduğu halde, patente sahip olmayan firma tarafından üretilen ilaçlar var. Bunlar kullanımdan kaldırılsın mı?
Bu ilaçların önemli bir kısmı aynı etkiyi yapmıyorlar. Bir bilinenleri var, bir de sonradan üretilmiş etkisinden çok emin olamadığımız ilaçlar var. Bu, reçete yazarken tercihimizi belirliyor.
Dahiliye, serbest, erkek
İlaçta patent yasasının yürürlüğe girmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ruhsatlı ilaç kullanılmalı. Piyasadaki ruhsatlı ilaçlar dışında bir şey kullanmıyoruz.
Ruhsatlı olan ilaçların bir kısmı patente sahip olan firmaya ait değil. Patent ilacı geliştiren firmaya ait.
On firma değişik isimle aynı ilacı satıyor. Bu serbest olsun insanlar isteklerine göre ilaç yazsınlar ama denetlensin. Ben mesela bazı ilaçların etkinliğini azalmış buluyorum. Sağlık Bakanlığı�nın yeterince kontrol ettiğinden emin değilim. İlaçların ucuz olmasından yanayız tabi ki ama kontrol edilmeli, özellikle etkinlikleri.
Reçete yazarken eşdeğer ilaçlar arasında belli bir tercih yapıyor musunuz?
Fiyatına göre tercih ediyoruz tabi ki. Etkinliği aynı mı bilemiyoruz ama. Bazı ilaçlar da normalde olmaması gereken yan etkiler çıkarıyor. Bunların rapor haline getirilmesi lazım. Sonuçta ilaçların tek bir firmanın tekelinde olmasını tabi ki istemiyoruz. İlaçlar hem ucuz olsun, hem de denetlensin.
*
*
Uzman görüşü: aceleye ne gerek var?
Prof. Dr. Ünal Tekinalp*
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Avrupa Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi�nin, Yerli İlaç Sanayicileri Derneği�nin başvurusu üzerine patentte hukuki durumu inceleyen yazısını kısaltarak yayınlıyoruz:
I- Sorun
1- 551 Sayılı �Patent Haklarının Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname�(kısaca:KHK/551)nin Geçici eski 4. maddesine göre, tıbbi ve veteriner ilaç üretim usullerine patent belgesi ile sağlanan korumanın 1 Ocak 2000; ve tıbbi ve veteriner ilaç ürünlerine patent belgesi ile sağlanan korumanın 1 Ocak 2005 tarihinde başlayacağı öngörülmüştü.
KHK/551�de, 22.9.1995 tarihinde KHK/556 ile yapılan değişiklik ile tıbbi ve veteriner ilaç üretim usullerine patent belgesi ile sağlanan korumanın 1 Ocak 1999�da başlayacağı belirtilmiş yani, intikal süresi ilaç ve veteriner ürünlerinde 6 yıl, usullerde ise 1 yıl kısaltılmış olmaktadır.
2- Yerli İlaç Sanayicileri Derneği (�Dernek�)�ine göre, �ilaç tüketicilerinin aleyhine�sonuç doğuracağı ifade edilen bu değişiklik, AT-Türkiye Ortaklık Konseyi�nin, ABile Türkiye arasında Gümrük Birliğini başlatmaya ilişkin 6 Mart 1995 tarihli ve 1/95 tarihli Kararının (�Gümrük Birliği Kararı�) yanlış yorumlanmasından doğmuştur.
3- Ayrıca, Dernek, intikal sürelerini özellikle ürünlerde önemli surette kısaltan bu değişikliğin, Uruguay Antlaşması diye de bilinen �Dünya Ticaret Teşkilatını Kuran Antlaşma�nın fikri ve sınai mülkiyetin korunmasına ilişkin ekinin (Bu ek İngilizcesinin kısaltılmış şekli olan �TRIPS�tarzında anılmaktadır.)Türkiye�ye sağladığı hak ve imkanların �heba edilmesi�anlamını taşıdığı görüşündedir.
Sonuç olarak; Derneğe göre, intikal sürelerinin kısaltılması Gümrük Birliği Kararının yanlış anlaşılmasından ve yorumlanmasından doğmuş ve TRIPSile elde edilen haklar sebepsiz yere heba edilmiştir.
İstanbul Hukuk Fakültesinden bu sorun hakkında görüş sorulmuştur.
II- bilimsel inceleme ve görüş
1- İlgili Metinler:a)Gümrük Birliği Kararı�nın 8 sayılı ekinin mükerrer 5. maddesi aynen şöyledir:�Türkiye, bu kararın yürürlüğe girmesinden itibaren iki yıldan geç olmamak üzere, 1 Ocak 1999 tarihinden önce eczacılık ürünleri ve usullerinin patent edinebilirliğini teminat altına almak amacıyla yeni bir mevzuat kabul eder (adoption -tarafımdan eklenmiştir-) veya mevcut mevzuatta gerekli değişiklikleri yapar.�
b)Türkiye�nin de 14 Nisan 1994�de Marakeş�te imzaladığı ancak Anayasal açıdan henüz kabul etmediği Dünya Ticaret Teşkilatını Kuran Antlaşma (Uruguay Antlaşması)�nın Eki olan �Sahte Malların Ticareti Dahil Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Antlaşması (�TRIPS�)�in 65. maddesi; �1. Paragrafın 2, 3 ve 4 hükümleri saklı kalmak koşuluyla, hiç bir üye, Dünya Ticaret Teşkilatını Kuran Antlaşma�sının yürürlüğe giriş tarihinden sonraki bir yıllık süre sona ermeden bu Antlaşma hükümlerine uymakla yükümlü olmayacaktır�.
2- Gelişmekte olan ülkeler ....... bu Antlaşma hükümlerinin uygulama tarihini 4 yıl süre ile erteleme hakkını haizdir. 3- (.........)
4- Gelişmekte olan üye ülke, bu Antlaşma kapsamında, bu antlaşmanın ..... genel uygulama tarihinde, teknolojinin kendi ülkesinde pek korunabilir nitelikte olmayan alanlarını ürün patentleriyle ilgili koruma kapsamına almakla yükümlü olduğu taktirde, ürün patentleriyle ilgili hükümleri ..... ilave beş yıllık bir süre için daha geciktirebilir.
III- İnceleme
1- a) TRIPS�in 65. maddesinin 1 ve 2. fıkraları birlikte mütalaa edildiğinde, ilaç ürün ve üretim usullerine patent belgesi vererek koruma sağlama hususunda Türkiye, mezkur Anlaşmanın Türkiye tarafından kabulünden itibaren (yukarıda ifade edildiği gibi Türkiye henüz Antlaşmayı kabul etmemiştir) başlamak üzere 5 yıllık bir intikal süresine tartışmasız sahiptir. Çünkü, TRIPS�in yürürlüğe girmesini izleyen ilk yıl Antlaşma hükümleri uygulanmayacaktır (f. 1). Üye ülke bu hükümleri 1 yıla ek olarak 4 yıl daha erteleyebilir. Buna göre geçiş süresi 1+4= 5 yıldır.
Aynı maddenin 4. fıkrasına göre de Türkiye�nin durumu bir ek 5 yıllık intibak süresinden yararlanmaya müsaittir. Bu da Türkiye�nin hakkıdır. Buna göre Türkiye açısından 5 ve 10 yıllık geçiş süreleri TRIPS�den doğan �hak�tır. Türkiye KHK/556 ile tıbbi ve veteriner ilaç ürün ve üretim usullerine 1 Ocak 1999 tarihinden itibaren patent belgesi vererek koruma sağlamayı kabul etmekle TRIPS�in kendisine sağladığı bu geçiş haklarından feragat etmiş olmaktadır.
d) Eczacılık ürünü ve usullerine patent beratı verilmesini 1 Ocak 1999�da başlatan hüküm, Gümrük Birliği Kararının 8 no.lu ekinin mükerrer 5. maddesi gereği olmayıp Türkiye�nin çok taraflı uluslararası bir antlaşmanın kendisine tanıdığı intikal süresi hakkından tek taraflı olarak ve herhangi bir gereklilik bulunmadan feragatı anlamına gelmektedir. Bu feragat 8 no.lu ekin yanlış anlaşılmış ve yorumlanmış bulunmasından doğmuş olabileceği gibi, Türkiye�nin TRIPS�in kendisine tanıdığı haklardan bilinçli bir tarzda feragat etme iradesinden de kaynaklanmış olabilir. KHK�yı hazırlayan ve kabul edenleri bu yola yönelten amil ve sebepler incelemenin ve hukuki mütalaanın kapsamı dışındadır. Saygılarımla.
* İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Avrupa Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi (İAHAUM), Müdür
*
*
Suç duyurusu
Başta Tansu Çiller olmak üzere 22.09.1995 tarihindeki Bakanlar Kurulu hakkında Yüce Divan�da yargılanmaları ve cezalandırılmaları talebi ile yargıya suç duyurusunda bulunduk.
İstanbul Eczacı Odası, ilaçta patent uygulamasını 2005 yılından 1 Ocak 1999�a geri çeken, gece yarısı kararnamesini çıkartan, başta Tansu Çiller olmak üzere dönemin Bakanlar Kurulu hakkında ülkenin ve halkın menfaatlerine aykırı davranmak, görevini kötüye kullanmak ve Anayasa�nın bir çok hükmüne aykırı davranmak suçlaması ile Anayasa�nın 148. maddesi uyarınca Yüce Divan�da yargılanmaları ve cezalandırılmaları talebi ile yasaların kendisine verdiği hakkı kullanarak yargıya suç duyurusunda bulunmuştur. (11 Mayıs 1998)
*
*
Patent:  Teknolojinin özel mülkiyeti
Dr. Nuriye Ortaylı
Bu sayımızda �ilaçta patent uygulamasına geçilmesi� konusunda görüşlerine başvurduğumuz sayın Prof. Dr. İsmail Hakkı Ayhan patent uygulamasının olmamasının �uzun bilimsel araştırmalar sonucu ortaya çıkarılan bir ürünün hiç korunmaması�anlamına geleceğini söylüyor. Doğru! Olayın bir de ikinci yüzü var; bir teknolojik gelişme, özellikle de ilaç gibi insan sağlığını yakından ilgilendiren bir gelişme, piramide benzetebileceğimiz bir bilimsel çalışmanın son taşlarını koyanlara mı aittir, yoksa bütün insanlığa mı?Ya da bu ilacın kullanımı hakkındaki kararları bu piramide bazı taşların konması için gerekli parayı sağlayanlar mı, örneğin bir ilaç şirketi ya da bir hükümet kuruluşu, yoksa ilacın kullanımıyla ilgili olanlar (kullanıcılar, bilim adamları, genelde kamuoyu)mı vermelidir?Zor tartışma...
Ben bu tartışmanın ikinci yanında yer alma eğilimindeyim. Kendisi de ufak tefek araştırmalar yapan birisi olarak araştırmacının kişisel haklarına ve katkısına gerekli önemin verilmesini ve saygının gösterilmesini tabi ki istiyorum ama sonuçta bir teknolojinin kullanımıyla ilgili kararların ancak kamunun çıkarları gözetilerek ve kamu denetiminde verilebileceğini, etik olanın bu olduğunu düşünüyorum. Size aşağıda anlatacağım �RU486�nın öyküsü� de bu inancımı pekiştiren bir öykü.
RU486: Zihin jimnastiğinden deney tüpüne
Bir progesteron antagonistinin gebeliği önleyebileceği, dahası erken gebeliklerin sonlanmasına yol açabileceği fikri 1960�larda tartışılan bir konuydu. Yetmişli yılların başında progesteron reseptörlerinin bulunması ve solüsyonlar halinde kullanılabilir olması dikkatleri progesteron reseptörlerini bloke edebilecek ajanlara çevirdi (1970). Aynı dönemde glukokortikoid reseptörleri üzerinde de çalışılıyordu. Bir Fransız ilaç şirketi olan Roussel-Uclaf�a bağlı araştırmacılardan Etienne-Emile Baulieu�nun önderlik ettiği bir grup, glukokortikoid reseptörleri üzerinde zayıf bir blokaj gösteren maddelerden birinin ki, laboratuvardaki kod adı RU486 idi, progesteron reseptörlerine de yüksek affinite göstererek bloke ettiğini gözlediler (1982).
Progesteron reseptörlerinin kısa bir süreyle bloke edilmesinin erken gebeliklerin sonlanmasına yol açabileceği hipotezi ta 1976�da American Journal of Obstetrics and Gynecology�de yayınlanan bir makalede ileri sürülmüştü. Bu hipoteze dayanarak RU486 kullanarak erken gebeliklerin sonlandırılmasını hedefleyen ilk klinik çalışma 1982 yılında Cenevre�de 11 gönüllü kadının katılımıyla yürütüldü. Daha sonra benzer ve daha büyük çapta klinik çalışmalar, Fransa, ABD, Hollanda ve birçok ülkede, değişik araştırmacılar tarafından yapıldı. RU486 umut veriyordu. Çok geçmeden, İskandinavyalıların uzun süredir üzerinde çalıştığı, prostaglandin kullanarak cerrahi olmayan yoldan düşük yaptırılması fikri RU486�nın başarısıyla birleştirildi. Bir prostaglandinle birlikte kullanılan RU486 ile 12 haftalık amenore süresini geçmemiş olan gebeliklerde %95�ten daha yüksek oranlarda düşük oluyordu. Kullanıcılarda ciddi bir yan etki de görülmüyordu. 1982�den 1988�e geçen sürede 17000�den fazla gönüllü kadının katılımıyla yapılan çalışmalar bu yeni tedavi rejiminin (RU486 ve prostaglandin)erken gebeliklerin cerrahi olmayan yoldan sonlandırılmasında etkin ve emniyetli olduğunu gösterdi. Roussel - Uclaf�ın sınırları içinde bulunduğu Fransa�nın hükümeti 1988 yılında RU1486�ya ruhsat vereceğini açıkladı.
RU486�nın önemi ne?
Cerrahi gebelik sonlandırma bugünküne benzer tekniklerle yüzylılı aşkın bir zamandır uygulanıyor. Gebelik sonlandırmanın yasal olduğu, dolayısıyla uygun tıbbi koşullarda ve ehil kişiler tarafından yaptırıldığı koşullarda riski oldukça düşük, başarısı yüksek bir teknik. O halde cerrahi olmayan -tıbbi- düşük neden önemli? Bu soruya verililecek iki cevap var:Birincisi, kadınların önemli bir kısmı (tıbbi düşüğün 1988�den beri yasal olarak uygulandığı Fransa�da ve 1991�den beri İngiltere�de gebelik sonlandırma için başvuran kadınların yaklaşık yarısı tıbbi yöntemi tercih ettiler) bir takım metal aletleri, cerrahiyi ve genellikle genel anesteziyi içeren bir yöntemdense ilaç alarak düşük yapmayı daha az ürkütücü buluyorlar. İkincisi, cerrahi düşük aslında güvenli bir yöntem olmakla birlikte ileri uzmanlık ve tecrübe birikimi gerektirdiği için hizmetin yaygın olarak sunulması zor ve pahalı. Oysa tıbbi düşük mümkün olur, özellikle de geri kalmış dünyada uygulanmaya başlarsa daha az eğitimli personel, örneğin hemşireler, düşüklere nezaret edebilirler. Bu da gebelik sonlandırmanın yaygınlaştırılması ve görece ucuzlaması anlamına gelecek.
kıyamet kopuyor
Bir önceki paragrafta bahsettiğim iki ana neden dışında bir de politik neden var ki esas kaynağı Amerika Birleşik Devletleri. ABD�de gebelik sonlandırma yasal olmasına rağmen, dini fanatik grupların yaygın örgütlenmesi yüzünden birçok kadın gebelik sonlandırma hizmetlerine ulaşamıyor. Bu gruplar gebelik sonlandırma hizmetleri verilen kliniklerin önünde barikatlar kuruyor, bu hizmeti almaya gelen kadınlara yönelik, kendilerinin doğru yola çağırma olarak gördükleri, taciz ve saldırılarda bulunuyorlar. Bu gruplar doksanlı yıllarda bu yıldırma ve önleme faaliyetlerini gebelik sonlandırma hizmeti veren klinikleri bombalamaya ve bu kliniklerde çalışan doktorları öldürmeye kadar vardırdılar. RU486�nın kullanıma girmesi, ilacın birçok hekim tarafından yazılabilmesini, kadınların evlerinde düşük yapabilmesini sağlayacağı için bu grupların yürüttüğü engelleme faaliyeti ciddi bir darbe yiyecek. Bu yüzden RU486�nın ruhsatlandırılmasına karşı en şiddetli tepki ve Roussel - Uclaf�ın ana şirketi olan Hoechst için en korkuncu boykot tehdidi de ABD�deki bu gruplardan geldi. ABDilaç pazarının Hoechst için en önemli pazar olduğunu söylemeye gerek yok. Protestolara Roma Katolik kilisesine bağlı doktorların protesto mektuplarını ve Fransa�da kilisenin önderlik ettiği sokak gösterilerini de eklemek gerek.
Bütün bu tepkiler Roussel - Uclaf�ın, ana şirketi olan Hoechst�ün de baskısıyla, apar topar RU486�nın ruhsat başvurusunu geri çekeceğini açıklamasına yol açtı. Söylentiler arasında bir tanesi de şirketin yöneticilerinin çocuklarının kaçırılacağı ve ailelerinin şiddete maruz kalacağı yolunda tehditler aldığıydı.
�RU486�nın manevi mülkiyeti kadınlara aittir!�
Karşı cephe de harekete geçti. Kadın örgütleri açıklamalar ve gösteriler yaptılar. Aynı ay Rio de Janeiro�daki bir tıbbi kongreye katılan hekimlerin çoğu Fransız hükümetinden Roussel - Uclaf�ın kararını geri çevirmesini isteyen bir açıklamayı imzaladılar (1988). Kırksekiz saat içinde Fransa Sağlık Bakanı Claude Evin tarihi açıklamasını yaptı:�RU486�nın manevi mülkiyeti kadınlara aittir�. Ve şirket ilacı Fransa için üretmeye zorlandı. Roussel karşı atak olarak ilacın kullanımını çok sıkı kurallara bağladı. Buna göre ilaç yalnızca cerrahi sonlandırma izni olan özel kliniklerde verebilecekti. Kadınlar ilacı alabilmek için en az iki kez kliniğe gelmek zorundaydılar. Fransa�da oturma izni olmayan ve son altı ayı Fransa�da geçirmemiş olan hiç bir kadın RU486kullanamayacaktı vb. vb.
Bundan sonraki yıllar Roussel - Uclaf /Hoechst�ün artık adı mifepriston olan RU486�yı diğer ülkelere vermemek için ayak sürümesiyle geçti. Ulusal sağlık hizmetinin iyi örgütlenmiş olduğu ve fanatik dini muhalefetin bulunmadığı İngiltere ve İsveç, hükümetlerinin ısrarlı çabaları sayesinde ilacın kendi ülkelerinde kullanılmasını sağlayabildiler. Ama Hoechst, Clinton yönetiminin ısrarlarına ve aralarında kadın hakları ve halk sağlığı örgütlerinin de bulunduğu birçok güçlü sivil toplum kuruluşunun çabalarına rağmen mifepristonu ABD�de ruhsatlandırmamayı başardı. Üçüncü dünya ülke pazarlarına girmemeye de itina etti.
İlacı Roussel geliştirmedi mi, istediğini yapar diyenler için ufak bir not daha. RU486�nın babası sayılan Etienne-Emille Baulieu 1980�lerin sonlarından beri Roussel�in ilacı daha yaygın kullanıma sokması için uğraşıyor. Hatta kar amacı gütmeyen bir vakıf kurup ilacın dağıtım haklarını satın almayı bile düşündü ama bütün bu çabalar, malum patent yasalarına takıldı kaldı.
RU486�nın yaygın olarak kullanılabildiği tek bir üçüncü dünya ülkesi var:Çin Halk Cumhuriyeti. Çin Halk Cumhuriyeti patent anlaşmalarını imzalamadığı için RU486 klinik kullanımda yer bulur bulmaz, kendi ilacını kendi fabrikalarında üretti ve ülke kullanımına sundu. Doksanların başından beri Çinli kadınların da yaklaşık yarısı gebelik sonlandırmada tıbbi yöntemi tercih ediyorlar.
Bu arada klinik çalışmalar mifepristonun (RU486), endometriyozis ve fibroidlerin tedavisinde, meme kanserinde ve Cushing sendromunda kullanım alanı bulabileceği gibi ayda bir kez alınan doğumkontrol hapı olarak da etki gösterebileceği yönünde umutlar verdi. Ama RU486 aleyhinde yürütülen kampanya, üretici firmaya yönelik boykot tehditleri ve onların �üzgünüz ama biz kar etmeliyiz�açıklamaları bu umutları bastırdı.
Bu da teknoloji üzerindeki özel mülkiyetle, bilimin gelişmesi ve insanlığa hizmeti arasındaki ilişkiye ilişkin bir hikaye oldu.
Kaynaklar
1- Baulieu EE. Contragestion and other clinical applications of RU486, an antiprogesteron at thne receptor. Science, 1989; 245:1351-7
2- Baulieu EE. RU-486 as an antiprogesteron steroid. Jama 1989; 262 (3):1808-14
3- Spitz IM, Bardin CW. Mifepristone (RU486) a modulator of progestin and glucocorticoid action. New Engl J Med 1993; 329:404-12
4- Editorial RU486 in developing contries:questions remain. Outlook, 1991; 9 (3):1-6
5- World Health Organization. Pregnancy termination with mifepriston and gemeprost:a multicenter comparison between repated doses and a single dose of mifepriston.
6- The pill that changes everything. Time, June 14, 1993; 47-54
*
*
Bir görüş: ilaçta patent yararlı olacak
Prof. Dr. İ. Hakkı Ayhan*
İlaçta Patent Yasası�nın tartışılmasına hekim örgütleri yeterince katıldılar mı?
Bu alanda hekimlerin temel kaygısı bir ilacın patent koruması altında olup olmadığı değil, hastasına gerekli tedavinin mutlaka o ilaç olup olmadığı, farklı tedavi alternatiflerinin birbirlerine göre terapötik maliyet/yarar ilişkilerini irdeleyerek en uygun tedavi seçeneğinin tercih edilip edilmediği olmalıdır. Burada önemli olan, ilacın patent korumasında olması ya da olmaması değil, hastada, beklenen terapötik yararı sağlamasıdır. (Rasyonel farmakoterapi ilkeleri içinde hasta için ilaç seçiminin doğru yapılıp yapılmadığı ve seçilen ilacın  beklenen terapötik etkili sağlayacak kalitede olup olmadığı, doğru uygulanıp uygulanmadığı hususları anlam taşır. Bu nedenlerle patent yasasının uygulanıp uygulanmaması tartışmalarını hekimlik uygulamaları ile çok fazla bağlantılı bulmuyorum.)
Patent, kullanımdaki ilaçların kalite denetimini etkileyecek mi?
Patent uygulamasının ilaçlarda kaliteyi dolaylı olarak etkileyebilmesi mümkündür. ?öyle ki, ülkemizde ilaç üretimi yapan firmalar, ürettikleri ilaçlarda kullandıkları aktif maddeleri orjinal veya kopya oluşuna bakmaksızın uygun gördükleri herhangi bir kaynaktan temin edip kullanabilmektedirler. Dünyanın çeşitli yerlerinde üretilen bu maddelerin fiziko-kimyasal özellikler açısından aynı standartta oldukları ve aynı kalite özelliklerini taşıdıkları söylenemez. Bu açıdan aktif maddelerdeki (veya diğer yardımcı maddelerdeki) bu farklar doğal olarak ilaçların etkinliklerinde farklara yol açabilecektir. Böyle bir durum ilaçların biyoyararlanımlarının ve/veya biyoeşdeğerliliklerinin tesbiti ve izlenmesi uygulamalarının olması gerekenin üzerinde dikkat ve sıklıkla yapılmasına yol açıyor ve ek bir yük getiriyor. Sadece üretimde kullanılan maddelerden değil üretim yöntemlerinden de kaynaklanan sorunlar olabileceği düşünüldüğünde, yöntem (process) patentinin de uygulanmadığı durumlarda sorun daha da büyür.
Patent uygulamasına geçiş süresi yeterli mi?
Burada süreden söz edilirken resmi olarak belirlenen takvimleme ile gerçekte kullanılan süreyi birbirinden ayırmak gerekir. Ülkemizde ilaçta da patent uygulamasına geçileceği ve geçilmek zorunda kalınacağı en az 15 yıldır konuşulmakta ve tartışılmakta. Patent uygulamasının modern dünyanın bir bilimsel gerçeği olduğu ve bu konuda tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi ülkemiz üzerinde de yoğun bir uluslararası baskı olduğu bilinmektedir. Kaçınılmaz olarak görülmesi gereken bu durumun her gündeme gelişinde ertelenmiş olmasının da geçiş süreci için tanınan zaman olarak değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım. Tabii ki resmi takvim olarak daha uzun bir süre bulunuşu daha iyi olurdu. Ancak ilaç ömrü dikkate alınarak yapılacak hesaplamalarda eğer 1 Ocak 1999�a kadar patenti alınmış tüm ürünler (pipeline)patent dışı bırakılırsa, ülkemizin yaklaşık 10 yıl daha etkilenmeyeceği görülür. ?öyle ki; 1998 yılında patenti alınmış ürünün tedaviye sunumu bugünkü koşullarda ancak 2007 yılından sonra olabilecektir. Böyle bir ürünün patent koruma süresi de yine bugünkü uygulamalara göre 2008 yılında bitecek ve bundan itibaren jenerik ilaçlar çıkabilecektir. Bu nedenle ülkemizde şu anda tartışılması gereken husus 2008 yılından sonra patent uygulamasının getirebileceği olumsuzluklar varsa (ki anlamlı bir sorun olacağı kanısında değilim)bunları minimuma indirmek veya yok etmek için neler yapılması gerektiğidir.
İlaçta patente geçilmesi ilaç fiyatlarını etkileyecek mi?
İlaç fiyatlarının yakın gelecekte patent uygulamasından anlamlı olarak etkileneceğini sanmıyorum. Çünkü mevcut ürünler ve şu anda patentli bulunan ve yakın gelecekte ilaç olarak karşımıza çıkacak (pipeline)ürünlerin uygulama dışı bırakılması durumunda önümüzdeki 10 yılda bir değişiklik olmaz. Bir yeni maddenin patentlenmesi ile ilaç olarak ruhsatlandırılıp kullanılmaya sunulması arasındaki süre ortalama 10 yıl civarındadır. Patent ömrü ise en çok 20 yıldır. Patentli her yeni ürünün hastalar için kullanılmasının mutlak zorunlu olacağı düşünülmemelidir. Rasyonel farmakoterapi ilkelerine uyumunun yaygınlaştırılması vb. gibi çeşitli yöntemlerin uygulanabilmesi de mümkünür.
Uygulama, kamu sağlık kurumlarına mali yük getirmeyecek mi?
Kamu sağlık kurumlarının daha ucuz jenerik ilaçları kullanmayı tercih etmeleri doğaldır ve bu durum patent uygulanımından sonra da değişmeyecektir. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi yaklaşık 10 yıl sonra önümüze gelecek bazı ilaçlar için patent süresi içinde tercih edilecek ucuz jenerik ilaçlar bulunamıyacaktır ve tercih yapmama süreci de yaklaşık 10 yıl sürecektir. İlacın patent süresi bittikten sonra da o ilaca ait jenerik ürünler kullanıma sunulacaktır. Kamu sağlık kurumları zaten şu anda da jenerik kopyası olmayan ürünleri zorunlu olarak kabul etmektedir.
Patent uygulaması tekel yaratmayacak mı?
Patent uygulamasının tekel yaratıp yaratmadığı tüm dünyada 100 yıldan fazla zamandır tartışılmış ve belli noktalarda çözüme kavuşturulmuş bir konudur. Bu çözümlerden en önemlisi patent korumasının ürünün hayatı boyunca devam etmeyeceği kavramıdır. ?u anda ilaç için kabul edilen koruma süresi 20 yıldır. Bunun da ortalama 10 yılı pazarlama öncesi döneme aittir. İkinci on yılda kaçınılmaz şekilde bir tekel oluşabilecektir. Ancak tekel oluşan ürünlerin kullanımının mutlak gerekliliği, alternatif terapötikler ile aralarındaki farklar ve bunların öneminin tercihlere yansıtılması hususlarında yapılacak düzenlemelerin sorunu minimale indirebileceğini düşünmekteyim.
Diğer taraftan uzun bilimsel araştırmalar sonucu ortaya çıkarılan bir ürünün hiç korunmamasınının da bu alanda araştırma-geliştirme çalışmalarına yatırım yapmayı cazip olmaktan çıkaracağı ve bu tür çalışmaların sekteye uğramasının uzun vadede insanlığın yararına değil zararına olacağı inancındayım.
* A.Ü. Tıp Fak. Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Anabilim Dalı
*
*
Yerli ilaç sanayinden bir isim, Deva: uyum için zaman gerek
Deva Holding AŞ. Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Vasıf Topçu�nun Patent Yasası ile ilgili sorularımıza verdiği yanıtları sunuyoruz:
1 Ocak 1999 günü ülkemizde ilaçta patent yasası yürürlüğe girecek. Bildiğiniz gibi patent yasasının lehinde ve aleyhinde düşünceler bulunmakta. Firmanızın patent yasasına bakışı nasıl, ne gibi hazırlıklarınız var?
Patent yasasının orta ve uzun vadede Türk İlaç Sanayii üzerinde olumsuz etkileri olacağına inanıyoruz. Bu etkileri en aza indirmek üzere siyasi otoritenin yerli ilaç kuruluşlarına yeterli zamanı kazandırması ve geçen süre içinde bu kuruluşların da gerek teknik ve bilimsel altyapılarını geliştirerek, gerekse alacakları tedbirlerle bünyelerini güçlendirerek patent yasasının yaratacağı ortama uyum sağlamaları gerekmektedir.
Ancak, Türkiye�de bahse konu düzenlemelerin etkili bir şekilde yapılabilmesi için yerli endüstriye yeterli zaman tanınmamıştır. ABüyesi bütün ülkeler ilaçta patentli düzene geçişte en az 10-15�er yıllık geçiş dönemleri kullandıkları halde ve GATTanlaşması hükümlerine göre 2005 yılına kadar ertelenmesi mümkün iken, 1995 yılında yürürlüğe giren Türk patent mevzuatında ilaç için başlangıç tarihi 1Ocak 1999 olarak belirlenmiştir. Böylece endüstriye adaptasyon için çok değerli bir beş yıl kaybedilmiştir.
Önümüzdeki kısa dönemde bu hatanın düzeltilmesini beklemekteyiz.
Özellikle yabancı firmalar ülkemizde ilaç fiyatlarının diğer ülkelere göre düşük olduğunu savunuyorlar. Bunun bir nedeni olarak da jenerik ilaçlar gösteriliyor. Ülkemizdeki ilaç fiyatları hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Yabancı menşeli ve bilhassa son yıllarda sayıları hızla artan ithal ilaç fiyatları karşısında yerli üretilen ilaçların fiyatlandırma bakımından önemli bir denge unsuru olduğu kuşkusuzdur.
Patent yasası sonrası ülkemizde ilaç fiyatlarının artacağı yönünde bir kaygı var. Özellikle Eczacılar Birliği ve Yerli İlaç Sanayicileri Derneği bu nedenle patent yasasına olumlu bakmıyorlar. Siz de bu kaygıya katılıyor musunuz?
Patent yasasının yaratacağı yeni rekabet ortamı sonucunda yerli üretimin gerilemesi ve en aza inmesi söz konusu olacak ve bu takdirde rakipsiz kalacak yabancı ilaçlarının fiyatlarının belli bir süreç içinde büyük ölçüde artması kaçınılmaz olacaktır. Bunun örnekleri pek çok Avrupa ülkesinde görülmüştür.
İlaç geliştiren firmaların araştırma geliştirme faaliyetleri için büyük paralar harcadığı muhakkak. Patent yasasının olmadığı ülkelerde diğer firmaların jenerik ilaçları daha ucuza piyasaya sunmalarının haksız rekabete ve menfaat kaybına yol açtığı ileri sürülüyor. Ne düşünüyorsunuz?
İlaç gibi sosyal önemi çok yüksek olan bir malda buluş sahibi, patent yasasının kendisine sağladığı tekel hakkı sayesinde makul sayılacak kar oranları ile hizmet sunduğu takdirde bunun doğal karşılanması gerekmektedir. Ancak, tatbikatta bu durumun çok değişik olduğu ve buluş sahibi kuruluşların insan sağlığı için hayati önemi haiz ilaçlarda istismara varan fahiş kârlar peşinde oldukları görülmektedir. Olaya bu açıdan bakıldığında, patent koruması müddeti içinde jenerik ilaç üretiminin bu istismarı önleyen bir rol oynadığı görülecektir.
Diğer yandan ülkemizde özellikle kamu sağlık kurumları (başta SSKve Emekli Sandığı olmak üzere)daha ucuz olan jenerik ilaçları kulanmayı tercih ediyorlar. Patent yasasından sonra böyle bir yol seçemeyecekler ve ilaç harcamalarının bu kurumları oldukça zorlayacak boyuta varacağı söyleniyor. Yine biliyorsunuz ki bu kamu kurumları ilaç sektöründe en büyük alıcı durumundalar. Ne gibi değişiklikler, düzenlemeler olacağını tahmin ediyorsunuz?
İlaçta patent korumasının başlamasından itibaren geçecek orta vadeli bir süreç sonunda ve kademe kademe yabancı menşeli ilaçların tekelleşmesi söz konusu olacaktır.
Bu durum sonuca ulaştıktan sonra artık Türkiye�de ilaç fiyatlarını kontrol altında tutmanın olanağı kalmayacak ve sosyal güvenlik kuruluşları sadece kendilerine empoze edilen fiyatlarda ilaç satın almak mecburiyetinde olacaklardır.
Jenerik ilaç üreten firmaların patent yasasından sonra zor duruma düşeceği, bazılarının tasfiye olacağı öne sürülüyor. Örneğin İtalya ve Yunanistan�da patent yasasının kabulünden sonra yerli ilaç sanayiinde belirgin biçimde küçülme oldu. Bu konuda görüşünüz nedir?Yerli firmalarla yabancılar arasında yeni ortaklıklar bekliyor musunuz?
İlaçta patentin kabulünden sonra diğer ülkelerde gözlenen gelişmelerin aynı veya benzeri bir gelişmenin ülkemizde de gerçekleşmesi tabiidir.
Zor da olsa pek az sayıda yerli kuruluşun yabancı şirketlerle birleşmesi beklenmekte ancak  genel olarak 65 civarında bulunan yerli ilaç kuruluşu sayısında önemli bir azalma olacağı tahmin edilmektedir.
*
*
HABERLER
Satranç Birinciliği...
İlki Mayıs ayında düzenlenen İstanbul Tabip Odası Satranç Birinciliği karşılaşmalarının sonunda, İstanbul Tabip Odası satranç takımının belirlenmesi hedefleniyor.
Bu kez İstanbul Tabip Odası Gençlik ve Spor Kulübü tarafından düzenlenecek Satranç Birinciliği ile ilgili gelişmeleri web sayfasından ve birimlere ulaştırılacak duyurulardan izleyebilirsiniz...
İstanbul Tabip Odası Gençlik ve Spor Kulübü Kuruldu...
Kuruluş hazırlıkları 2 ay süren kulüp, dernekler yasasına göre gerekli başvuruyu yaparak tüzel kişilik kazandı. Hekimlerin ve ailelerinin spor etkinliklerine katılmalarını hedefleyen kulüp, öncelikle basketbol dalında faaliyet gösterecek.
Spor tesisleri, sosyal tesis, yaz okulu gibi etkinlikleri planlayan kulüp, önümüzdeki günlerde üye kaydına başlayacak...
Gazi Davası mağdurları Oda�yı ziyaret etti...
1995 yılında Gazi Mahallesi�nde meydana gelen saldırıda yaşamını yitirenlerin ailelerinden oluşan bir heyet Tabip Odası Yönetim Kurulu�nu ziyaret etti.
Ziyarette Trabzon�da sürmekte olan mahkemenin adalet ve eşitlik ilkelerine uygun olarak sonuçlanması beklentilerini dile getiren mağdur aileler, meslek kuruluşlarının da konuyu gündemde tutmalarını istediler. 20 saat süren bir yolculukla gittikleri duruşmalarda kötü muamele gördüklerinden yakındılar...
Temsilciler Kurulu Divanı...
Temsilciler Kurulu, Kasım ayı olağan toplantısını 3 Kasım 1998 tarihinde yaptı. Toplantıda, önümüzdeki dönem Temsilciler Kurulu�nun çalışmalarını yönlendirecek olan Divan seçimi yapıldı.
130 temsilcinin oy kullandığı seçim sonucunda; 1. basamak kontenjanına Dr. Rıdvan Yılmaz, SSKhastaneleri kontenjanına Dr. İrfan Gökçay, üniversite hastaneleri kontenjanına Dr. Süha Göksel, diğer kamu hastaneleri kontenjanına Dr. Ejder Akgün Yıldırım, özel hekimlik kontenjanına Dr. Turgut Adatepe ve serbest kontenjandan Dr. Hikmet Çevik ile Dr. Süleyman Özyalçın seçildiler...
Hekimlik uygulamasında standartlar...
Hekim ücretlerinin belirlenmesine esas teşkil edecek uygulama standartlarını oluşturmak üzere planlanan çalışma, Yönetim Kurulu tarafından benimsendi. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi�ne de tanıtılan projeye göre Amerikan Tabipler Birliği�nin bu amaçla hazırladığı iki ayrı kitabın Türkçe çevirileri uzmanlık derneklerinin katkılarıyla ülkemizde yayınlanacak.
Bütün tıbbi işlem, tetkik ve muayenelerin olabildiğince standardize edilmesi hedeflenen bu proje, gelecekte sağlık hizmetlerinin denetimi için gerekli kriterleri de belirlemiş olacak...
Marmara Bölgesi Tabip Odaları...
Sekiz ildeki Tabip Odası�nın katılımıyla Çorlu�da yapılan bir toplantıda hekimliğin ve tabip odalarının güncel sorunları ele alındı. Tekirdağ Tabip Odası�nın düzenlediği toplantının iki ayrı oturumuna İstanbul Tabip Odası Başkanlık etti.Yakın illerdeki odaların deneyim aktarımı ve TTBiçin görüş oluşturmalarını hedefleyen toplantının düzenli aralıklarla tekrarlanması planlanıyor.
İlk toplantının gündemi oldukça yoğundu:6023 sayılı TTBYasası, özlük hakları, Tıbbi Deontoloji Tüzüğü, odaların mali-idari sorunları başlıklardan bazıları...
Sedat Peker�e tartışmalı rapor...
Romanya�dan özel bir uçakla yurda gelerek teslim olan kanun kaçağı, mafya reislerinden Sedat Peker�e ?işli Etfal Hastanesi�nde verilen hasta raporu tartışma yarattı.
Gözaltına alındıktan sonra getirildiği hastanede verilen rapora göre hastaneye yatması öngörülen Sedat Peker�e daha sonra İstanbul Tıp Fakültesi�nde sağlam raporu verildi. Sedat Peker, sorgulamasının ardından cezaevine gönderilirken, ?işli Etfal Hastanesi hakkında soruşturma başlatıldı...
Üniversite öğrenim harçlarına % 64 oranında zam geldi...
YÖK verilerine göre maliyeti 2.2 milyar lira olan tıp fakültesi öğrencileri yıllık 74 milyon lira harç ödediler. Tıp fakültesine, ödedikleri harç bakımından yaklaşabilen fakülteler varsa da öğrenci maliyeti bakımından yaklaşabilen yok. Pahalıya malolduğu söylenen doktorların, sanki ucuz işgücüymüş gibi değerlendirilip, düşük maaşla ve yetersiz koşullarda verimsiz olarak çalıştırılmalarına akıl erdirmek oldukça güç...
70. Yıl kutlama hazırlıkları...
1929�da �Etibba Odası�olarak kuruluşunu önümüzdeki yıl kutlamaya hazırlanan Tabip Odası, bir etkinlik programı oluşturuyor. Her yıl düzenlenen 14 Mart Sağlık Haftası Etkinlikleri�nin daha güçlü olarak yapılması planlanırken, Oda tarihini genç hekimlere ve kamuoyuna tanıtacak çalışmalar düşünülüyor. Yönetim Kurulu bu kutlama yılı içinde Oda�nın ambleminin de yenilenmesi amacıyla bir yarışma düzenlemeyi kararlaştırdı. 70. Yıl kutlamaları için önerilerinizi bekliyoruz...
Çevre ve Sağlık Üzerinde Endüstriyel Tehditler Konferansı...
Çevre İçin Hekimler Derneği�nin İstanbul Tabip Odası ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çevre Sağlığı Bilim Dalı�nın katkılarıyla düzenlediği uluslararası katılımlı konferans 21 Kasım 1998 Cumartesi günü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yeni Profesörler Kurulu Salonunda (Kütüphane Binası)yapılıyor.
Konferansın konuları �Metropolitan alanda endüstriyel kirlilik ve İstanbul�, �Siyanürlü altın madenciliği ve Bergama� ve �Nükleer Enerji Üretimi ve Akkuyu�. Konferans 9.00 - 18.00 saatleri arasında yapılacak ve giriş serbest olacak. Bilgi için,Çevre İçin Hekimler Derneği aranabilir:
Tel:(212) 259 93 67, faks:(212)633 26 96, e-mail:umit.sahin@info-ist.comlink.apc.org
Ekoloji Atölyesi...
Toplumsal Araştırmalar, Kültür ve Sanat için Vakıf tarafından düzenlenen �Ekoloji Atölyesi�çalışmaları 5 Kasım 1998 Perşembe günü başlıyor. Sunuşunu Ender Eren�in yapacağı Kasım tartışmasının konusu �Avrupa�da yeşil hareketin bugünü�.
Ekoloji ve yeşil politika ile ilgili konularda birlikte düşünmeyi, tartışmayı ve öğrenmeyi amaçlayan ekoloji atölyesi, her ay bir konuyu ele alarak enine boyuna inceleyecek, fikir üretiminde bulunacak ve üretimini paylaşacak bir tartışma zemini oluşturmayı amaçlıyor. Ekoloji Atölyesi tartışmaları her ayın ilk Perşembe günü yapılacak.
Tartışma konuları:Aralık:�Bir sanayi toplumu eleştirisi olarak unabomber�in manifestosu�, Ocak:�Yerel yönetimde ekolojik alternatifler�, ?ubat:�Teknoloji, endüstriyalizm ve ekoloji�, Mart:�Varolan siyasal akımlar, endüstrileşme ve ekoloji�, Nisan:�Kalkınma, ilerleme ve ekoloji�, Mayıs:�Ekoloji ve sanat�.
Yer:�Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf�. İstiklal Cad. Bekar Sok. (Sapho�nun üstü). Taksim-İstanbul. Saat:19.00. Bilgi için tel:293 10 97
İlaç Advers Etkilerini İzleme ve Değerlendirme Merkezi...
Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü bünyesinde çalışmalarını yürütmekte olan bu merkeze, ilaç kullanımına bağlı olduğu düşünülen her türlü istenmeyen etki ve olay bildirilmekte. Ayrıca bu merkezden etkili ve güvenli ilaç kullanımını sağlamak amacıyla ihtiyaç duyulan bilgileri edinmek mümkün.
İletişim için:İlaç Advers Etkilerini İzleme ve Değerlendirme Merkezi; tel:(312) 230 16 74, faks:(312)230 16 10, e-mail:tadmer@iegm.gov.tr
Hekim Gözüyle programı, yeni yayın döneminde de 107.4 Radyo Cumhuriyet�te...
7 Haziran 1998�den bu yana her pazar saat 11.00-12.00 arası yayınlanan programa 40�tan fazla konuk katıldı.
İstanbul Tabip Odası�ndan Dr. Özcan Baripoğlu ve Dr. Rıfat Yücel�in hazırlayıp sunduğu ve her hafta değişik konuların ele alındığı program, katılımlarla zenginleşiyor.  �Hekim gözüyle� programına siz de (212) 513 80 06 numaralı telefonu arayarak katılabilirsiniz.
Reçete yenilendi...
İstanbul Tabip Odası�nın Kadıköy Lokali Reçete, yenilenmiş mekanıyla hekimlere hizmet vermeye devam ediyor.
İstanbul Tabip Odası ve sağlık meslek grubu üyelerine yüzde 10 özel indirim uygulanan Reçete�nin tarihi mekanında sıcak bir atmosfer sizi bekliyor.
Fasıllı gecelerde, limitsiz yemek ve limitsiz içki için fiks fiyat 6 milyon TL.
Rezervasyon:(0 216)345 47 45
Beykoz İlçesi Sağlık Grup Başkanı değişti...
Diş hekimi Tamer Atik, Sağlık Bakanlığı Hukuk Müşavirliği�nin kararı uyarınca, diş hekimi olduğu için Sağlık Grup Başkanlığı yapamayacağı öngörüldüğünden görevinden alındı. Yerine halen Beykoz Devlet Hastanesi Başhekimliği�ni de yürüten Op. Dr. A. Ünal İnce Beykoz Sağlık Grup Başkanı olarak atandı...
Alo Türkiye olayı olay olmaya devam ediyor.
Bir özel telefon şirketi yaptığı promosyonu tanıtmak için bir reklam filmi yaptırmış. Elinde cep telefonu olan hemşire kılığında birisini hastane bankosunun arkasına geçirmişler, en bet sesiyle bas bas bağırtıyorlar. Güya ürünlerini sağlıkçılara promosyonlu olarak vereceklermiş. Reklam filminde bu yüksek(!) seviyeyi tutturdukları için hem reklamı yapan hem de yaptıran firmaları kutluyoruz...
Kartal SSK�da bitmeyen baskı...
1 Ekim 1998 tarihinde Kartal SSK Hastanesi�nde İTO ve SES Hızır Acil İşyeri Temsilcisi olarak, panoya astığım ve hekimlere dağıttığım �duyuru metni� (gelecek sayıda yayınlanacaktır) nedeniyle, Kartal SSK Başhekimi Dr. Vesile Öngör; şahsıma uluorta hakaret ederek (diğer çalışanlara yaptığı gibi)beni terörle mücadeleden sivilleri çağırtarak teslim etmiştir. Gözaltındaki süre içinde başkomiser �Bu bizim işimiz mi?Seni hemen gönderemem, ama bu işten birşey anlamış değilim� demiştir.
Kartal SSK  başhekimi, en demokratik talepleri bile yasadışı sayma gücünü nereden alıyor? �?imdilik 10 sağlık çalışanını temizledik�derken, görevinde hala kalabilmesini anlamış değilim...
(Dr. Muhammet Can, İTO Hızır Acil Tem.)
*
Şeflik sınavları değerlendirildi: sınav tekrarlansın
Eğitim Hastaneleri Şef ve Şef Yardımcılığı Sınavları hakkında İstanbul�daki EPKKurulu ve jüri üyesi klinik şeflerinin görüşlerini almak üzere 27 Ekim 1998 günü ?işli Etfal Hastanesi�nde bir toplantı yapıldı. Klinik şeflerinin, 1 Haziran 1997 ile 28 Eylül 1998 tarihleri arasında gerçekleştirilen son sınavların şef ve şef yardımcısı kadrolarının belirlenmesinde eskiye oranla son derece yararlı bir gelişme olduğu konusunda kesin bir görüş birliği içinde olduğu görüldü. Sınavın resmi sonuçları açıklanmamakla beraber çok sayıda kadronun boş kalacağı bilindiğinden, hızla üç aşamalı bir sınav takviminin ilan edilmesi konusunda da görüş birliğine varıldı.
Yönetmelik değişikliği gerektirmeyen önlemler:
a)Mesleki bilgi sınavı için geniş bir soru bankası oluşturulmalıdır. Sorular eğitim hastanelerinden de toplanmalı, mutlaka referans gösterilerek hazırlanmalıdır. Soru tekniğine uygun olmayanlar ayıklanmalı, soruların konulara dağılımı dengeli olmalı, bütün uzmanlık dalları için benzer zorluk katsayısına sahip ve tartışmasız sorular olmalıdır.
b)Jüri mülakat sınavları Ankara yanında İstanbul ve İzmir�de de yapılmalıdır.
c)Aday sayısına göre birden çok jüri kurulmalıdır. Aday sayısı fazla olduğunda jüriler uzun ve yorucu bir çalışma yürütmek zorunda kalmaktadır. Çok sayıda dosyayı bir ay gibi kısa sürede değerlendirmeleri gerekmekte, sınav ise
4 - 5 gün sürebilmektedir. Bu durumda farklı illerde birden çok jüri oluşturulabilir.
d)Jüriler kesinlikle torbadan, noter huzurunda çekilen kuralarla belirlenmelidir. Bazı hastanelerde çoksayıda klinik şefi varken jüride bunlardan birinin bile yer almayışı, bilgisayar programlarının kontrol edilebilir olması nedeniyle torba sisteminin en uygunu olduğu kararına varılmıştır.
e)Jürilere diğer dallardan girecek şefler, doğrudan ilgili dallardan olmalıdır.
f)Adayların dosyasındaki çalışmaların nasıl değerlendirileceğine ilişkin standartlar getirilmelidir. Katıldıkları bilimsel etkinlikler, yayınlar sadece sayı değil nitelik olarak da değerlendirilmelidir. Yayınların yıllara göre dağılımı, yabancı veya yerli yayın olduğu, yayının yer aldığı derginin sitasyonlara girip girmediği, adayın kaçıncı isim olduğu dikkate alınmalıdır.
g)Sunum ve ders anlatma konusunda bir standart getirilmelidir. Slayt makinesi, tepegöz kullanımı, ders anlatma süresi önceden adaylara duyurulmalıdır.
Yönetmelik değişikliği gerektiren öneriler:
a)Merkezi mesleki bilgi sınavında şef ve şef yardımcıları için ayrı barajlar ilan edilmelidir.
b)Jürinin beş üyesi de sınavın yapıldığı uzmanlık dalı klinik şeflerinden oluşmalıdır.
c)Doçent veya profesör olanlara tanınan ayrıcalık kaldırılmalı, herkesin belli süre uzmanlık yapmış olması koşulu aranmalıdır.
d)Mesleki yeterlilik sınavında verilen puanların dağılımında dosya ve yayınların değerlendirilmesine verilen puan 35�e yükseltilmeli, ders anlatma için ayrılan puan 15�e düşürülmelidir.
e)Jüri üyelerinde �en az bir dönem asistan eğitimi vermiş olma�koşulu aranmalıdır...
*
TTB 47. Olağanüstü Büyük Kongresi Kararları
1- TTB 47. Büyük Kongresi, İşyeri Hekimi Atama Yönetmeliği Değişiklik Önerilerini kabul eder.
2- TTB 47. Büyük Kongresi, Merkez Konseyi�ni; * Çalışanların sağlık ve güvenliği alanında her türlü bilimsel araştırma, inceleme, eğitim yapmak, * İşyerlerinde risk analizi ve risk kontrol çalışmaları yapmak, * Çalışanların sağlıklı ve güvenli koşullarda çalışmalarını sağlamak, * Tıbbi teknik koruma konularında bilimsel danışmanlık yapmak, * İşyeri hekimi, işyeri hemşiresi, iş hijyenisti, iş psikoloğu eğitimine katkı sunmak, * Çalışanların sağlığı alanında kayıtları izleme ve istatistiksel değerlendirme yapmak, * Çalışanların sağlığı alanında projeler hazırlamak, * Çalışanların sağlık ve güvenliği alanında politikalar üretmek amacı ile �Çalışanların sağlık ve güvenliği ile ilgili bir enstitü� kurulması çalışmalarını yapmakla görevlendirir.
3- TTB 47. Büyük Kongresi, TTBC Tipi Kurs Programı Yönetmeliği�ni kabul eder.
4- TTB 47. Büyük Kongresi, TTBB Tipi Kurs Programı Yönetmeliği�ni kabul eder.
5- TTB 47. Büyük Kongresi, TTBİşçi Sağlığı İşyeri Hekimliği A Tipi Sertifika Kursu Sınav Yönetmeliği�ni kabul eder.
6- TTB 47. Büyük Kongresi, Türk Tabipleri Birliği�nce yürütülmekte olan A Tipi Sertifika Kurslarının Uzaktan Eğitim Modülü ile gerçekleştirilmesi önerisini reddeder. A Tipi Sertifika Kurslarının Uzaktan Eğitim Modülünün Haziran 1999 yılında yapılacak olan Genel Kurul�da tekrar tartışılmasını benimser.
7- TTB 47. Büyük Kongresi, Tabip Odaları Temsilciler Yönetmeliği�ni kabul eder.
8- TTB 47. Büyük Kongresi, Tıbbi Deontoloji Tüzüğü gündeminde sunulan Tıp Meslek Etiği Kuralları�nı kabul eder.
9- TTB 47. Büyük Kongresi, Özel Ayaktan Teşhis ve Tedavi Kuruluşları Yönetmeliği�ni kabul eder.
10- TTB 47. Büyük Kongresi, 1993 yılında TBMMSağlık Komisyonu�ndan geçen 6023 sayılı yasa değişikliği önerisinin Merkez Konseyi tarafından yeniden Meclis�e gönderilmesi, bugüne kadar yürütülmüş mevcut yasa hazırlıklarının gözden geçirilerek tek bir çalışma haline getirilmesi için gerekenleri yapmak üzere Merkez Konseyi�ni görevlendirir.
11- TTB 47. Büyük Kongresi, Türkiye tıp ortamı /sağlık politikaları ve özlük hakları alanında yaşanan sorunların Genel Kurul�da yapılan değerlendirmeler ışığında Merkez Yürütme Kurulu tarafından bir sonuç bildirgesi ile kamuoyuna iletilmesi ve önümüzdeki dönemde bir etkinlik programının tabip odaları ile koordineli bir şekilde yaşama geçirilmesi için Merkez Konseyi�ni görevlendirir.
12- TTB 47. Büyük Kongresi, İşçi Sağlığı ve İşyeri Hekimliği uygulamalarının temel sağlık hizmetleri kapsamında birinci basamak sağlık hizmeti olduğunu kabul eder.
*
Nobel Tıp Ödülü - 1998...
1998 yılı Nobel Tıp Ödülü 12 Ekim Pazartesi günü, organizmada azot monoksitin rolü ile ilgili çalışmaları nedeni ile Robert F. Furchgott (New York), Ferid Murat (Houston)ve J. İgnarro (LosAngeles)isimli üç Amerikalı farmakolog araştırmacıya verilmiştir.
Çalışmacılar, 10 yıl önce azot monoksitin (NO)kardiyovasküler sistemde işaret molekülü görevini üstlendiğini keşfetmişlerdir. Bu buluş, ilk defa bir gazın organizmada mesajcı gibi hareket ettiğinin kanıtı oluyordu.
Bulgu ümit verici yeni araştırma sahaları açmıştır. Günümüzde arteryel endotel hücreleri tarafından serbestleşen azot monoksitin arterleri genişlettiği ve böylece tromboz oluşumunu engellediği bilinmektedir.
Ayrıca, farklı organlara giden kanın debisini ve basıncını ayarlayarak enfeksiyonlara karşı koruyucu eleman olmaktadır. Bunun tam tersine azot monoksit özellikle bakteryel enfeksiyon ve septik şoklar esnasında organizmada kötü bir rol oynayabilmektedir. Bakteryel ürünlerle temas halinde olduklarında akyuvarlar çok büyük miktarda (NO)serbestleştirebilmektedirler. Bu da damarların birdenbire aşırı genişlemesine ve hastayı komaya sokabilecek tansiyon düşmesine neden olmaktadır...
*
Yaz onarımları bitti...
Tabip Odası merkezinde toplantı salonu, Yönetim Kurulu ve komisyonların çalışma odaları yeniden düzenlendi.
Çatı onarımı ve pencerelerin ısı-hava-yağış açısından izolasyonu yapıldı. Dış cephe sıvaları ve diğer düzenlemeler üyelerin aidat yükümlülüklerini yerine getirmelerini bekliyor. Hedef, hekimlere yakışır bir Oda merkezi yaratmak...
*
İnternet�teki web adresimiz: www.istabip.org.tr.
Dr. Nihal Dizdar tarafından düzenli bir şekilde güncelleştirilen web sayfamızın Mayıs 1998�den bu yana 1060 ziyaretcisi oldu. Web sayfamızdan İstanbul Tabip Odası ve sağlık topluluğunun gündemi izlenebilir.
*
Atama kriterleri yeniden belirlendi...
İşyeri hekimliği komisyonu yeni bir değerlendirme yaparak işyeri hekimliği atama kriterlerini yeniden belirledi. İşyeri hekimliği için kamu ve özel hekimlik alanında çalışan hekimlerin hekimlik etkinlikleri aynı oranda değerlendirilerek eşit ağırlık ilkesi benimsendi. Yönetim Kurulu tarafından karar altına alınan yeni kriterler şöyle:
Sadece kamuda çalışıyor ve 1 işyeri için yetki talep edenlere 320 işçi; sadece özel hekimlik yapıyor ve 1 işyeri için yetki talep ediyor 320 işçi; sadece kamuda çalışıyor ve 2 işyeri için yetki talep ediyor 240 işçi; sadece özel hekimlik yapıyor ve 2 işyeri için yetki talep ediyor 240 işçi; hem kamuda hem de özel hekimlik yapıyorsa 100 işçilik limitler belirlenmiştir.
Burada tanımlanan özel hekimlik uygulamaları sadece muayenehane hekimliğini değil, bunun yanında özel sağlık kuruluşlarında sözleşmeli çalışmak, özel bir kuruluşla ortaklık ilişkisi bulunmak gibi özellikleri de içermektedir...
*
Komisyon toplantı tarihleri...
İşyeri Hekimliği Komisyonu, 1998 yılı sonuna kadar toplantı takvimini hazırladı. 23 Kasım 1998 / 7 Aralık 1998 / 21 Aralık 1998 Pazartesi günleri yapılacak olan toplantılar ilgili tüm hekimlerin katılımına açıktır.
*
Uzaktan eğitim çalışmaları devam ediyor...
İşyeri hekimliği A tipi sertifika kurslarında yaşanan sıkıntıları aşmak ve sertifika kurslarındaki arz tıkanıklığına ve hekimlerden gelen talep baskısına çare olmak amacıyla �uzaktan modüler eğitim� konusunda hazırlık çalışmaları devam ediyor.
Oda�nın aktif desteğiyle yürüyen bu çalışmalar tamamlanabilir ve proje uygulamaya geçerse yılda en az 500 hekim 9 gün süren yorucu kurslara katılmadan sertifika sahibi olacak...
*
Sertifika kursu düzenleniyor...
14-22 Kasım 1998 tarihleri arasında Odamız bölgesinde A tipi sertifika kursu düzenleniyor.
9 gün süren ve 62 saatlik maratonu kapsayan bu kurslara daha önceden başvuruda bulunulmuş ve başvuru sıralaması notere onaylatılmış hekimler çağrılmıştır...
*
*
GÜNDEM
Sağlık serbest bölgeleri
Prof. Dr. Orhan Arıoğul
Kamuoyunda yeterince tartışılmadan ve uygulayıcılarının görüşü alınmadan ortaya konan, yaşama geçirilmesinde ciddi sorunlar çıkaracağı şimdiden belli olan, Kişisel Sağlık Sigortası yasa önerisinden sonra, bu kez de SSYB ve Devlet Bakanlıklarının, �serbest sağlık bölgeleri�kurulması yönünde çalışmalar yaptığı haberi bazı basın organlarında yer almıştır.
Bu konuda onüç bin hekimin temsilcisi konumundaki bir meslek örgütü olarak, görüşlerimizi ortaya koyma sorumluluğumuz ortaya çıkmaktadır.
Sayın Sağlık Bakanı:�Türkiye�de potansiyel olarak personel, yetişmiş eleman teknoloji var. Fakat kanuni olarak bir sıkıntımız dikkati çekiyor. Türk vatandaşı olmayan hekimler Türkiye�de çalışamıyor. Oysa bugün hastalar isme yönelmekte. Türkiye�de ticarette olduğu gibi bir sağlık serbest bölgesi ihdasını düşündük. Böylece kendi sahasında otorite olmuş yurtdışında çalışan yabancı veya Türk doktorların ülkemiz getirilmesini, Balkanlar, Ortadoğu ve Birleşik Devletler Topluluğu ülkelerindeki hastaların Türkiye�de tedavilerini yapmayı amaçlıyoruz. Hastaları Türkiye�ye girip çıkarken yapması gereken pasaport, para transferi, vergi işlemleri açısından rahatlatabilmek için diğer yatırımcılara tanınan serbest bölge imkanlarını sağlık yatırımcılarına da tanıyalım, böylelikle Türkiye�ye döviz getirelim dedik. Bizim gayemiz daha ziyade yabancı sermayeyi davet etmek, yerli sermaye ile ortak olmasını sağlamak. Sağlıkta serbest bölge kavramı çok yeni, bunu kamuoyuna yerleştirmeye ve bu konuda bürokrasiyi ikna etmeye çalışıyoruz.� demektedir.
Serbest ticaret bölgeleri, kuruldukları yörelerde ekonomik canlılığı ve istihdamı arttırması hedefiyle organize edilen ve yatırımcıların katılımlarının teşviki için onlara, vergi ve gümrük muafiyeti gibi bir dizi ekonomik kolaylık sağlayan, genellikle de hava ve deniz ulaşımına yakın coğrafi yerlerde konuşlandırılan ticari oluşumlardır. İlk kez 1934�de ABD�de büyük ekonomik kriz sonrası dönemde başlayan, 80 sonrası dönemde dünyada giderekyaygınlaşan bu kuruluşlarla ülkemizin ilk tanışması bilindiği gibi Mersin Serbest Bölgesi ile olmuştur. Ülkemizin serbest bölgeden beklentisi, gelir ve kurumlar vergisi muafiyeti sağlanarak davet edilen girişimcilerin, mamul ve yarı mamul şeklindeki yatırım girdilerini ülke içinden karşılamaları halinde, bölgeye gelen malların ihraç sayılmaları nedeniyle daha uygun fiyatlarla alınabilmesi ve bu yolla hem yerli üretimin ve hem de ihracatın teşvikidir. Serbest bölgede yer alan girişimcilerin yerli ya da yabancı olması bu hedefi değiştirmemektedir.
Sağlık yetkilileri, sağlığın bir ticari faaliyet alanı olduğunun görüşü doğrultusunda, �serbest ticari bölgeler�den esinlenerek, dünyada bugüne kadar örneği olmayan �sağlık serbest bölgeleri�kavramını ortaya atmışlardır. Bu iki kavram arasında paralellik kurmaya çabalamakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Oysa, ülke açısından serbest ticaret bölgesinden elde edilmesi düşünülen yararlar ile, seçilmiş bazı sağlık kuruluşlarına �serbest ticari faaliyet� ayrıcalığının verilmesiyle elde edilecek sonuçlar arasında hiç bir benzerlik yoktur:
Serbest ticari bölgelerin amacı üretimi ve ihracatı teşvik iken, sağlık serbest bölgelerinin amacı sağlık alanında yabancı yatırım ve yabancı hekim ithali olacaktır. Diğer bir deyimle, böylesi bir uygulamada ticarette ihracat teşvik edilirken, sağlık ticaretinde ithalat teşvik edilmektedir.
Esasen, konuyu kamuoyuna sunanlar sağlık serbest bölge hastanelerinin ülke sağlık ortamına bir katkısından bahsetmiyorlar. Hedef kitlenin yabancı hastalar ile yurtdışında tedavi olanağına sahip sınırlı sayıda Türk hasta olduğunu belirtiyorlar. Amacın bu yolla döviz kaybını önlemek olduğunu vurguluyorlar.
Yurt dışında ün kazanmış Türk hekimlerinin, serbest ticari bölgeler yoluyla ülkeye getirilebilecekleri iddiası ise, onlar için kabul edilemez bir suçlamadır. Bunu sağlamanın akılcı yolları vardır. Sağlıktaki karmaşaya son verilmesi, herhalde ilk koşuldur.
Serbest ticari bölgede kurulacak yabancı hastaneler, ithal teknolojiyle donatılsa ve buralarda promosyon için zaman zaman ithal hekim getirilse bile, buraların taşaronluğunu yaptıkları ana hastaneler kadar sürekli bir cazibe merkezi olabilecekleri kuşkuludur. Bunun dünyada örneği de yoktur. O nedenle bunlar, ana merkeze hasta sevk eden aracı kurum olmayı aşamayacaklardır. Çünkü tedavi edici hekimlik alanında dünya çapında üne kavuşmuş olan tüm hastaneler bu başarılarını, serbest ticari bölgelerde yabancı sermaye ile ortaklıklar kurarak değil, ulusal sağlık sistemleri içinde geliştirdikleri ilişkilerle elde etmişlerdir.
Serbest bölge hastanesine gelenlere sağlanacak kolaylıkların benzeri, bu bölgenin dışında kalan sağlık kurumlarına başvuracak olanlar için istendiğinde bürokrasinin tutumu ne olacaktır? Benzer teşvikler her türlü donanıma ve bilgi gücüne sahip kamu ya da özel kuruluşlara niçin verilmemektedir?
Sağlık serbest bölge hastanelerinin kurulmasını teşvik eden siyasi otorite, buralara beklenen sayıda hasta başvurusu olmazsa ne gibi ek teşvikler düşünecektir?
Yatırım teşviklerinden sonra, işletme teşviki denebilecek böyle bir destek, kimlerin tedavi giderlerinin ödeneceği güvencesiyle verilecektir. Herhalde 50 dolarlık yıllık primle yürütülmesi planlanan �kişisel sağlık sigortası� sahipleri buralara �müşteri�olarak kabul edilmeyeceklerdir. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde 2300, ABD�de ise 3700 olan kişi başına düşen ortalama sağlık harcaması, ülkemizde bile bu sayının üstünde, 150 dolar civarındadır. 50 dolarlık bir sigortalıya özel sektörün sağlık hizmeti �satması�nı kabul ettirmek devlet zoruyla dahi olanaksızdır.
Bazı özel sağlık kuruluşlarında yapıldığı gibi, milletvekilleri ve yakınlarının buralarda tedavilerinin katlanmış faturalarının devlete ödettirilmesi gibi bir destek düşünülmekte midir?
Söylenenler ve yapılmak istenenler, sağlık ortamımızdaki karmaşayı ve başıbozukluğu daha da arttıracaktır. İleri sürülen görüşler, ülke bütününün daha iyi bir sağlık düzeyine erişmesinde, kaynakların akılcı kullanımın esas olduğuna ve bunda da devletin düzenleyici rolünün zorunlu olduğunu kabul eden �kamucu�görüşlere aykırı olduğu gibi, sağlık sorunlarımızın çözümün özel sektörümüzün gelişmesine bağlı olduğunu savunan �özel sektörcü�görüşlere de ters düşmektedir. Meslek örgütleriyle, kamunun ve özel sağlık kuruluşlarının temsilcileriyle yeterince tartışıp bir ortak görüş oluşturulmadan yapılacak düzenlemeler ciddi sorunlar yaratacaktır. Onüç bin üyemiz adına böylesi bir oldubittiye karşı tavır alacağımızı kamuoyuna ve ilgililere açıklıyoruz.
*
*
Dr. Rüştü Ergun�u yitirdik
Doç. Dr. Süreyya Ülker*
Odamızın üyelerinden emekli ışınbilimci Dr. Rüştü Ergun�u 17 Eylül 1998 günü yitirmiş bulunuyoruz. Kamuoyunda daha çok tıp dilinin özleştirilmesini savunan felsefi çalışmalarıyla tanınan bu uğraştaşımızı genç kuşaklara tanıtmayı bir görev biliyorum. İstanbul Tıp Fakültesi�ni bitirdikten sonra Haydarpaşa Numune Hastanesi�nde ışınbilim uzmanlık öğrenimi gören Ergun, burada Muzaffer Altınkök (kendileri Cerrahpaşa Tıp Fakültesi�nden emekli olmuş ışınbilim profesörüdür) ile birlikte ülkemizdeki ilk damarçekim (anjiyografi)uygulamalarını gerçekleştirmiştir. Daha sonra girdiği Cerrahpaşa Tıp Fakültesi�nden emekli olmuştur.
Rüştü Ergun ışınbilimci olmakla birlikte tıp tarihi, terimbilim gibi başka dallarla da yakından ilgilenmiştir. Dünya yazınına Tacik bilgini olarak giren Biruni�nin Türk olduğunu savunan çalışması kamuoyunda yankılar uyandırmıştır. Bunun üzerine tıp tarihi kürsüsünden öğretim üyeliği önerisi almış, ancak bunu, kendisini bu sıfata değer bulmadığını söyleyerek geri çevirmiştir. Daha sonra kendisini tıp dilinin özleştirilmesi konusuna adamıştır. Bu konuda terim önermemiş, bu düşüncenin felsefesini yapmıştır. Türk tıp dilinin geçmişini en iyi bilenlerdendi. 1973 yılında cumhuriyetin 50. kuruluş yıldönümü dolayısıyla yayımladığı �Türk dili, Atatürk ve biz�adlı kitabı bu konudaki en güvenilir kaynaklardandır.
Rüştü Ergun, ülkemizin dört bir yanında bu konuya eğilen kimseleri basında yer alan tanıtıcı yazılarıyla arkalamıştır. Işınbilim terimlerinin babası olan emekli Prof. Dr. Muzaffer Altınkök�e o önayak olmuştur. Yürekbilimci Prof. Dr. Dinçer Uçak�ı Türkçe�ye yönelten de odur. Bu alana yönelen Uçak�ın Türkçe terimlerle yazdığı bir yapıtı Türk Dil Kurumu�nun bilim dili ödülünü almıştır. Rüştü Ergun benim de tıp dili konusundaki çalışmalarımı ilk günden başlayarak arkalamıştır. Sözlüğüme önsöz yazmakla kalmamış, çalışmalarımı basında tanıtarak bana gönül gücü vermiştir.
Rüştü Ergun Türkçe tıp dili konusunu her düzlemde en etkili biçimde savunmuştur. Bu konuda yapılan bütün toplantılara katılarak söz almıştır. Kendi alanıyla ilgili bilimsel kurultaylarda uğraştaşlarını Türkçe�yi doğru kullanmaları konusunda sürekli uyarmıştır. Türkçe�ye karşı olanların korkulu düşü olmuştur.
Rüştü Ergun 5 yıl önce ak ura (lenfoma) yakalanmış, bunu atlattıktan kısa bir süre sonra onikiparmak tümsüğü yemecesine (papilla duodeni karsinomu)yakalanmış, bunu da yenmiştir. Çok sağlıklı bir kimse olmasına karşın arka arkaya iki kötücül ura yakalanmasında uğraş yaşamı boyunca çekim işlerini kendisinin yapmış olmasının etkili olduğunu düşünüyorum. Ölümü de bu urlardan birinin tepreşerek beyne ötegöç yapmasından ileri gelmiştir. Öğretim üyesi olmamasına karşın bilim dünyamızda saygın bir yer edinen bu değerli araştırmacının anısı önünde saygıyla eğilirim.
* Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı
*
*
FORUM
Kalite yönetimi sistemi
Prof. Dr. Feyza Erkan
İstanbul Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı 13-14 Temmuz�da yapılan saha tekniklerini de başarıyla tamamlayarak, uluslararası planda geçerli ISO9001 belgesini almaya hak kazanmıştır. Tüm zorluklara rağmen bir kamu hastanesinde Kalite Yönetimi Sistemi�ni (KYS)kurmak mümkün olmuştur. Üretim ve hizmet sektöründe gitgide yaygınlaşan KYS�ni en çok ihtiyaç duyulan sağlık alanında kurmak için adım adım yapılması gerekenler nelerdir?
Bu sistemin gereksinimlerini başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:
1- Uzun vadeli genel hedeflerinizi ortaya koyun, 2- Kısa vadeli hedeflerinizi belirleyin, 3- Tüm çalışanların yetki ve sorumluluklarını net olarak tanımlayın, 4- Yapılan tüm uygulamaların prosedürlerini ve talimatlarını yazılı hale getirin, 5- Cihazların periyodik bakımlarını ve gerekliyse kalibrasyonlarını yaptırın, 6- Kliniğinizdeki tüm malzemeleri titizlikle kontrol edin, gerekli miktarı depoda sürekli bulundurun, 7- Dışarıdan aldığınız tüm mal ve hizmetleri değerlendirmeye alın, 8- Hastalarınızı her konuda ve her aşamada bilgilendirin, onların onayını alın, 9- Hasta dosyalarında ve kartlarında yeterli verinin bulunmasına ve bunların asla kaybolmamasına özen gösterin, 10- Hastalarınıza ve çalışanlarınıza sürekli anketler uygulayarak, memnuniyet düzeylerini ölçün, 11- Eğitimi planlayın, 12- Yürütme ve denetleme ekiplerinizi kurun.
ISO9002 hasta hizmetinde tüm işlemlerin yukarıda sayılan ilkeler doğrultusunda kalite kontrolü altında olmasını öngörmektedir. Eğer bir klinikte araştırmalar, tezler yürütülüyorsa, yani �ürün tasarımı�söz konusu ise ISO9001 sistemi geçerlidir. Sistem, araştırmaların sadece yürütücü ekip tarafından değil, belirli aralıklarla tüm ilgili kimseler tarafından gözden geçirilmesini istemektedir.
İstanbul Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı olarak kalite çalışmalarına başladığımızda ISO9001 standardının ne olduğu konusunda kafamızda büyük kuşkular vardı. Çoğumuz bunun belli koşulları öngören durağan standart bir düzey olduğunu sanıyor, o standarda erişmek için yeni uygulamalar veya büyük değişiklikler gerekeceğini sanıyorduk.
Çalışmalar ilerledikçe ISO9001 programının sadece kendi uygulamalarımızı daha iyiye geliştirme yolunda bir yöntem olduğunu kavradık. Yıllarca üstünde konuşulan, bir türlü çözülemeyen, sözde ve kağıt üstünde kalan bir çok sorunun çözümü için üretim ve hizmet sektöründe uygulanması önerilen bir sistem olarak ISO9001�i sevdik ve benimsedik. Her yöntem ve sistem gibi zaman içinde bu sistem de ihtiyaçlara göre değişecek ve gelişecek. Fakat bugün dünya ölçüsünde en iyi standart organizasyon sistemi olarak benimsenen ISO9001 programını sağlık sektöründe yaymalıyız.
* İstanbul Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı
Anabilim Dalımızın Kalite Politikası
1- En üst bilimsel düzeyde, güleryüzlü sağlık hizmeti
� Dalımızla ilgili sağlık hizmetlerini dünya ölçüsünde en üst bilimsel düzeyde, gerektiği yerde kullanılan en gelişmiş teknolojiye, en kısa sürede, en ucuz koşullarda, en geniş kesime sunabilmek, � Görevlerimizi tam bir özen, özveri ve disiplinle yerine getirmek, � Bize başvuran herkese güleryüz, sabır ve şefkatle davranarak, elimizden gelen yardımı yapabilmek.
2- Koruyucu hekimlik
� Hastalarımızı, onların yakınlarını ve toplumu hastalıkların önlenmesi konusunda eğitmek.
3- Ekip ruhu ve demokratik katılımcı yönetim anlayışı
� Herkesin kendini özgürce geliştirebildiği, kimsenin birbirini engellemediği, dayanışma ve dostluk içinde bir ekip olarak beraber ilerlemek, � Görüş ayrılıklarının bulunmasını, doğal ve yararlı kabul ederek, anlaşmazlıkları, kırmadan, gücendirmeden, tartışma, ikna ve oylama yoluyla çözümlemek, � Herkese söz hakkı tanıyan, adil, saydam ve katılımcı demokratik yönetim biçimini gerçekleştirmek.
4- Ülkemizdeki sorunların çözümüne katkı
� Sınırlı olan kaynaklarımızı ve yaratıcılığımızı, ülkemize özgü sorunların çözümüne yönelik araştırmalarda kullanmak, � Sağlık sistemimizde kaliteli hizmet, toplumumuzda demokratik yönetim anlayışını yerleştirerek, öğrencilerimize ve herkese örnek olabilmek, bizim temel çalışma ilkemizdir.
Tüm gücümüzü yüreğimizdeki sınırsız insan sevgisinden alıyor, yolumuzu hızlı ve sürekli gelişen, bilimsel bilgi ile aydınlatıyoruz.
Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı�nın Kalite Hedefleri
Tüm hastalıklar için
1 Yatış süresi
2  Ön tanı doğruluğu
3 Doğru tanıya varma süresi
4 Tedavi maliyetleri
5 Tanı maliyetleri
6 Komplikasyon ve yan etki oranı
Servis
1 Çıkışta 72 saatte imzalı epikriz verilme oranı
2  Hasta memnuniyet oranı
3 Ölüm nedeni belli olmayan hastalarda otopsi oranı
4 Hastane enfeksiyonu oranında azalma
5 Hasta bilgilendirme oranı (Tanı/Tedavi)
İnvaziv işlemler
1 Tanıya götüren sonuç oranı
2 Komplikasyon oranı
Laboratuvarlar
1 Talep gerçekleşme oranı
2 Hata oranı
3 Kooperasyon kurulamama oranı
Dal poliklinik
1 Verilen tedaviye uyum gösteren hasta oranı
2 Polikliniğe düzenli devam eden hasta oranı
Poliklinik
1 Hasta memnuniyet oranı
2 Ön tanı ve son tanı uygunluğu oranı
3 Solunum yolu enfeksiyonu tedavisinde etkin ve ekonomik antibiyotik seçim oranı
4 Randomize seçilen olgularda istenen pahalı tetkiklerde endikasyonların uygunluk oranı (BT, sintigrafi, tüm tetkikler)
5 Kartta yeterli bilginin varlığı
6 Uygun algoritma kullanımı
7 Uygun tedavi
8 Son tanı kaydı
*
*
İki hasta - bir asistan
Dr. Şahin Erol Ergüç
Temmuz sayımızdaki küçücük bir haberin daha mürekkebi kurumadan dile getirilen kaygıları doğrular nitelikte bir olay oldu. İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Sualtı ve Hiperbarik Tıp ABD�da gece patlama oldu ve tedaviye gelen iki hastayla onları tedavi etmek isteyen bir asistan doktor yaşamını yitirdiler. Olay dramatik bir şekilde geliştiğinden birçok gazetede ve televizyon kanalında haber olarak yeraldı. Gazeteler olayı yüzeysel bir şekilde geçiştirdilerse de bizce olayın bir başka yönü de mevcut.
Hasta-doktor ilişkisinde temel olan şeyin önce hastaya zarar vermemek olduğu herkesin kabul ettiği bir ilkedir ve doktorluk mesleğinin olmazsa olmaz kuralıdır. Tarihin en eski çağlarından, ta Hipokrat�tan, tıbbın ilkel koşullarda insanlığa hizmet verdiği zamanlardan bu yana değerinden hiçbir şey kaybetmeyen bu ilkeyi bugünün gelişmiş koşullarında uygulamak her hekimin kaçınamayacağı sorumluluğudur. Geçtiğimiz birkaç yüzyılda çok hızla yol almış olan tıp bilimi bizlerin omuzlarına oldukça ağır bir yük yükledi. Artık tanısı en zor hastalıklara bile tanı konulabiliyor, tedavisi olanaksız denilen hastalıklar bile tedavi edilebiliyor. Daha da önemlisi biz hekimler yaşamla ölüm arasındaki çizgiye gelmiş insanların çizginin ne tarafından kalabileceğini bile tayin eder duruma gelmişiz. Tek yapılması gereken hastaya zarar vermeden teknolojinin bize sağladığı olanakları kullanarak, yeterliliğimiz ve yetkimiz çerçevesinde hastaya müdahale etmek.
Olaya dönersek, o gece iki hasta vurgun yediklerine inanarak hastaneye gelmişler. Kendilerine birşey olacağı akıllarından bile geçmemiştir. Onları tedavi etmeye gelen doktor da her zamanki rutin tedavilerinden birini yapmaya gelmiş olmalı. Onun aklına da kötü birşey olacağı gelmemiştir. Tedavi başarıyla da sonuçlanabilirdi. Patlamaya neyin neden olduğu, doktorun hatası mı yoksa teknik bir hata mı var, bilinmiyor... Bir hata varsa ortaya çıkartılacaktır herhalde. Ama burada tıbbi açıdan ortaya konması gereken bir tespit var. Klinikte iki hasta ve bir asistan vardı. Oysa orada bu gelişmiş aletleri kullanmak için konusunda uzmanlaşmış bir doktor da olmalıydı. Var mıydı, yok muydu? Ne mağdur ne görgü tanığı olarak duymadık! Varsa neredeydi?
Bunun yanıtını asistanlık müessesesinin bugünkü koşullarını bilebildiğimiz ve dilimizin döndüğü kadar açıklayarak izah etmeye çalışalım. Diyelim ki pek çok sayıdaki tıp fakültesinden birini bitirdiniz, TUS�u kazandınız ve asistan olarak kliniğe başladınız. En iyi olasılıkla ayda sekiz nöbet tutarak çalışmaya başlayacaksınız. Ayda onbeş nöbetten fazla tutan olmuyor pek. Kanunen size verilen nöbet parasının yarısını alacak, fakat diğer yarısına karşılık verilen nöbet ertesi izninizi kullanamayacaksınız. Nereden gelmiştir bilinmez, �çömez� asistan muamelesi göreceksiniz. Kliniğin işlerinin eşit şekilde paylaşılması yerine yeni olduğunuz için fazlasıyla size yıkılacak �angarya�denilen işleri hep siz yapacaksınız. Bu durum bizzat asistan arkadaşlarınız ve şefleriniz tarafından olağan bir mantık olarak algılanacak ve bu mantığı sizin de kabul etmeniz istenecektir. Kliniğe ilk gelip en son gitmeniz beklenecektir. Ama korkmayın ve sabredin, bir-iki yıl sıkıntı çektikten sonra sizin çömezleriniz gelecek ve artık daha az iş yapacak, angaryalarla uğraşmayacaksınız. Pek de demokratik görünmeyen, aslında bir yerlerde de yazılı olmayan bu �kuralları�, �tünelin ucundaki ışık� için sineye çekip üç-dört yıl �minnet ve mihnete� katlanmak mümkün görünebilir. Başınızda uzman bir doktor olmadan ameliyat hastasını uyutmanız istendiğinde ya da tek başınıza poliklinik yapmanız istendiğinde tıbbi, hukuki ve vicdani sorumluluğu size ait olduğu halde sesinizi çıkarmadan bu durumu kabullenmeniz için iyi nedenler olduğunu düşünebilirsiniz. Örneğin altı ayda bir şefiniz tarafından hakkınızda doldurulan asistan kartının olumlu bilgiler içermesini isteyebilirsiniz. Cerrahi bir bölümde uyumsuz bir asistanın, yeterli vaka yapamayacağı düşüncesi aklınıza gelebilir.  Daha akla ve başa gelmeyen bir sürü neden bulunabilir. Bilginiz ve dikkatiniz sayesinde başınıza birşey gelmeden ihtisası bitirmeniz mümkün olabilir. Fakat kader başka şekilde de tecelli edebilir. Gece nöbetinde ölebilirsiniz ya da kör kalabilirsiniz. Doğrusu ateş de düştüğü yeri yakar. Aynı kaderi paylaşmanız gereken insanlar orada olmayabilirler. Asistanlığın doktorların meslek yaşantılarındaki en meşakkatli dönem olduğu kesindir.
Asistanından uzmanına, pratisyeninden profesörüne kadar doktorların gerek maddi gerek manevi açıdan gerekse özlük hakları ve idari açıdan pek parlak durumda olmadıkları gerçektir. Ne maaşları çalıştıklarının hakkı, ne konumları çektikleri zahmet ve yürüdükleri yolun karşılığıdır. Verilen sorumluluk büyük, yetkileri kağıtta varsa da pratikte pek kadüktür. Pek çok doktor günlük dokuz saat çalışmasının dışında geçim sıkıntısından özel hastanelerde ve muayenehanelerinde saatlerce çalışmaktadır. Bu koşullarda asistanından uzmanına, pratisyeninden profesörüne kadar her doktor kaderini ayrı ayrı çizmeye çalışmaktadır. Alternatifinden daha zor olan bu yöntem sonucunda kader ağlarını örüyor, kimi doktor bir gece nöbetinde vahşi biri tarafından kör ediliyor, ne yazık ki bir asistan bir gece nöbetinde feci bir şekilde yaşamını yitiriyor, bir maliye denetiminde onbeş profesörün bir özel hastanede kaçak işçi olarak çalıştıkları tespit edilip, mahkemeye veriliyor. Oysa her zaman dediğimiz gibi asistanından uzmanına, pratisyeninden profesörüne kadar bütün doktorlar hiyerarşik bir piramit yerine hastalar için ve kendileri için asgari müşterekler yerine azami müştereklerde birleşmelidirler, aynı kaderi paylaşmaya razı olmalıdırlar.
Doktorların bu denli çok sorunları olmasına karşın hastaların her ne koşulda olursa olsun en iyi ve yeterli tedaviyi görme hakları saklıdır. Yine asistanından uzmanına, pratisyeninden profesörüne kadar her doktor bu hakkı sahibine teslim etmelidir. Geçtiğimiz günlerde tedaviye gelen iki hasta ve bir doktor yanarak yaşamını yitirdi. Bizlere inanarak ve güvenerek gelen iki hasta yaşamını yitirdi. Oysa �Primum non nocere�.
*
*
Kayıp bir yaşamdan
Dr. Muhammet Can
�Sevgili anacığım, bu mektubu sizlere çok uzaktan yazıyorum. Benim yaşadığım bu yerde sizler şimdilik yoksunuz. Bura ölçüsüyle aramızda şu anda 173 ışık mili fark var. Sizler yaşadığınız yeri tarif ediyorsunuz, en azından benden sonra tarif etmeye başladınız. Diğer insanlara da bunu taşımaya çalışıyorsunuz.
Bizim burada yaşam kıpırtısız. Yağmur yağarsa, deprem olursa bunu algılayabiliyoruz. Ancak şiddetli sarsıntılardabunu hissedebiliyor burada yaşayanlar. Her birimiz kendine ayrılmış üç metrelik çukurlarda yaşamak zorunda olduğumuzdan, birbirimizi görme şansımız da yok. Duymasakta, yaşam kıpırtısız. Hareket eden birşeyler olmadığından da gün be gün eriyoruz. Üzerimizdeki toprak her gün biraz daha ağırlaşırken, içerilerize doğru bir şeyler çöküntü oluşturup, bizleri birer taş parçası haline dönüştürüyor.
İlk çöküş ve erime ilk zedelenen noktalardan başlıyor her zaman. Hep birlikte yemek yediğimiz akşam yemeğini anımsıyor musun anne?Hani küt küt kapı çalmıştı da, sen �oğlum korkuyorum, soframızdaki yemeği almaya geldiler herhalde� diyerek gözlerine ateş vurmuştu. Ben de �anne korkacak birşey yok. Ne istiyorlar bir öğrenelim bakalım. Zeytin mi, un mu, emek mi, yürek mi, can mı bir öğrenelim bakalım� demiştim. Bilemezdim ki benim için sonuncuyu, sana düşenin de yürek olduğunu.
Benim payıma düşeni aldılar bir korulukta. Aldılar almasına da ilk yaralanan yerlerim, görenleri şaşırttı biliyorum. Boyunumda tel izleri, kollarımda bıçak izleri ve bacaklarımda çocukların kuş lastiklerine benzeyen çentik izleri vardı. Aslında ben bu izleri duyumsamadım bile. Çünkü bunları yapanlar akşamları evlerine gidip benim bedenime benzer bedenlerle ısındıkları ve ona benzer bedenleri sevdikleri için, önce benim payıma düşen canı çarçabuk aldılar. Onun için ben hiçbirşey duyumsamadım. Sonrası doğaya davranılan bir duruma benziyor. Kıpırtısız bir bitkiyi koparırken canı yanar mı diye düşünür müyüz?Onun gibi birşey işte.
İlk çöküş ve erime ilk zedelenen noktadan başlıyor demiştim. Burada şunu da söylemek istiyorum. Çöken ve eriyen yerlerimde oluşan silüetler anacığım. Bunlardan beni kurtarın. Boynumda oluşan silüet, patlak kanlı hilal gözler, fötr şapkalı kanlı bir burun ve kir, koka kokan parmaklardan oluşuyor. Kollarıma bakıyorum aynı silüet, bacaklarıma bakıyorum aynı. Ne zaman ay sonu bir pastoral postal resmi görsem aynı sahne yineleniyor. Beni buralardan kurtarın. Yüz yetmiş üç hafta geçmiş olsa da, vasiyetimi yineliyorum. Gelin alın beni buradan ve yakın. Yakın ki, aynı sahneleri görerek başka bedenlere bulaşmasına engel olayım. Ay sonu bu silüet ve pastoral postal resminden beni kurtarın.
Senin payına düşeni alamadılar anacığım. Biliyorum. Yüreğinin sessiz çığlıklarını duymayan kalmadı. Bizim burada üzerimizdeki meşe kökleri bilem. �yine seni andılar bugün, bak karanfil kokusu yayıldı yine toprağa� diyerek bana haber veriyorlar. Orada hareket eden şeylerin körlüğü, sağırlığı, dilsizliği beni korkutuyor ana. Boyunlarındaki tel izlerini, kollarındaki bıçak izlerini ve bacaklarındaki çocukların kuş lastiklerine benzer çentik izlerini görememeleri beni korkutuyor. Görenleri lanetlemeleri beni korkutuyor. Hareket halindeyken, çalışır üretken haldeyken göremeyip, buraya geldiklerinde bedenlerinde oluşan silüet ve pastoral postallarla rahat uyumaları beni korkutuyor. Üretken durumdayken senin payına düşeni kendi elleriyle teslim etmeleri beni korkutuyor ana.
Üç haftadır yüreklerini vermek istemeyenler, binlerce yüreği katamazlarsa kendilerine işte o zaman ölmüş olacağım canım anacığım. Kendi payına düşeni teslim etmeyen anam. Seni seven oğlun.� 01.09.1998
*
*
Cumartesi Annelerinin acıları dinsin...
Üç yıldır, kaybolan yakınlarının izlerini bulmak amacıyla etkinlik gösteren ve kamuoyunda �Cumartesi Anneleri�olarak bilinen yurttaşlarımızın acılarının son bulmasını istiyoruz.
1998 Türkiye�sinde kayıp yakınlarının çığlıklarına duyarlı meslek gruplarından biri de doğal olarak hekimliktir. İnsanların acılarını dindirmek için uğraş veren hekimler, her hafta en zor iklim koşullarında ve baskı altında bile arayışlarını sürdüren annelerin çilelerinin son bulmasını istemektedir. Tersine, son zamanlarda kayıp yakınları üzerindeki baskıların artması üzüntü ve endişe yaratmaktadır. Hükümet yetkililerini; ülkemizin bu ayıbını ortadan kaldırmak için ciddi girişimlerde bulunmaya ve biz hekimlerle birlikte kamuoyu vicdanını tatmin edecek açıklamalar yapmaya davet ediyoruz.
İstanbul Tabip Odası olarak, İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı�na, bu beklentilerimizi içeren birer mektubu 21.9.1998 tarihinde göndermiş bulunuyoruz. Sağlıklı bir toplum için temel koşulların başında can güvenliği ve adaletin sağlanması gelmelidir. Hükümet yetkililerini, bu yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırıyoruz. (25 Eylül tarihli basın açıklaması)
İSTANBUL TABİP ODASI YÖNETİMKURULU
*
*
GÜNCEL
Tıbbiyelilere destek çağrısı
İstanbul Tabip Odası; İstanbul Üniversitesi�nin kayıt şenliğinde açtığı standla, genç tıbbiyelilere �merhaba� dedi. Meslek odalarının, bu yıl ilk kez, ilgili fakülte öğrencilerine üniversitelere kayıt aşamasında kendilerini tanıtma fırsatı bulduğu şenlikte, Odamız da meslek örgütü hakkında bilgiler içeren bir broşür ile Oda yayınlarını tıp öğrencilerine sundu.
Oda Başkanı Dr. Arıoğul ve Yönetim Kurulu üyelerinın de katıldığı kayıtlar sırasında tıp öğrencilerine bir de anket uygulandı.
541 öğrencinin yanıtladığı anketin sonuçları şöyle:
Bu yıl kayıt yaptıran tıp öğrencilerinin %19�unun ailesinde hekim/tıp öğrencisi bulunuyor.
Mezun olunan lise sıralamasında %49 ile ilk sırayı alan devlet liselerinin ardından, %24 ile Anadolu liseleri ve % 14 ile özel liseler yer alıyor. İmam-hatip lisesi çıkışlı öğrencilerin oranı %1.
Öğrencilerin %46�sının kazandığı tıp fakültesi, ilk 5 tercihi arasında. Birinci tercih olarak tıp fakültesini yazan öğrenci oranı %9.
"Mesleğe duyulan ilgi�, %82 ile en yüksek oranlı tercih nedeni.
Öğrencilerin sadece %6�sı �ailenin isteği� ile ve %3�ü �yüksek gelir� nedeniyle tıbbı tercih etmiş. %9�unun tercih nedeni ise �iş güvencesi�.
"Uzmanlaşma planı olan� öğrencilerin oranı %92. % 8�inin ise �henüz planı yok�.
Öğrencilerin maddi açıdan sorunları oldukça fazla :%92�sinin İstanbul TabipOdası�ndan burs talebi var...
*
Değerli meslektaşlarımız;
İstanbul Tabip Odası olarak bu yıl İstanbul Üniversitesi�nin kayıtlarına katıldık ve genç tıbbiyelilerin her biriyle ayrı ayrı görüştük, onlara sizler adına �merhaba� dedik. Bu etkinlik, gençlere karşı önemli bir sorumluluğumuz olduğu gerçeğini de ortaya çıkardı. Kayıt sürecinde yaptığımız ankette, öğrencilerin neredeyse tamamının burs isteğinde olduğunu saptadık. Bunların çoğu gerçek ihtiyaç niteliğinde.
Konuyu Yönetim Kurulumuzda görüştük, esasen vermekte olduğumuz burs sayısını arttırmamız gerektiğine karar verdik; bir yönerge oluşturduk. Size, genç tıbbiyelilere beraberce sahip çıkmamız düşüncesiyle başvurmaktayız. Öğrenci başına ayda en az yirmi milyon TL�lik bir ödemeyi sağlayacak bir fon oluşturmayı hedefliyoruz. Bunun için katkılarınıza ihtiyacımız var.
Bu konuyla ilgili bilgi almak isterseniz, lütfen mümkün olan en kısa sürede bize bildiriniz. Arkadaşlarımız sizi arayarak, nasıl katkıda bulunabileceğinizi iletecektir.
Böylesi bir konuda hekimlerin dayanışma içinde olduğunu göstermenin ayrı bir anlamı var. Saygılarımızın kabulü ricasıyla,
Prof. Dr. Orhan ARIOĞUL / Yönetim Kurulu adına
*
İstanbul Tabip Odası Genç Tıbbiyeliye Destek Bursu Yönetmeliği
AMAÇ:
İstanbul Tabip Odası; maddi gereksinimi olan tıp fakültesi öğrencilerini teşvik etmek, tıp fakültesinin tercih edilmesini özendirmek ve meslek örgütünün öğrencilik döneminden başlayarak benimsenmesini sağlamak amacıyla İstanbul�da eğitim gören kamuya ait tıp fakültesi öğrencilerine burs vermeyi kararlaştırmıştır.
Başta hekimler veya sağlık kuruluşları olmak üzere tüm kesimlerin katkılarıyla oluşacak bir fondan karşılanacak burslar; bu yönetmelik uyarınca belirlenen esaslar dahilinde ödenecektir. Böylece hekimler arasında dayanışma duygularının geliştirilmesi de hedeflenmektedir.
İstanbul Tabip Odası YönetimKurulu; fonun oluşturulması, bursiyerin belirlenmesi ve bursun dağıtımının düzenlenmesinden sorumludur.
Fon gelirleri artırıldığında İstanbul�da bir �Tıp Öğrenci Yurdu� açılması hedeflenir.
YÖNTEM ve İŞLEYİŞ:
Fonun kuruluşu ve denetimi:İstanbul Tabip Odası adına �Genç Tıbbiyelilere DestekBursu�adıyla ayrı bir banka hesabı açılacaktır. Fonun yönetiminden İstanbul Tabip Odası Başkanı, Genel Sekreter ve Veznedar Üye sorumlu ve yetkilidir. Fon gelirleri bu yönetmelik amaçları dışında kullanılamaz. Fonun amaçlara uygun kullanılıp kullanılmadığını İstanbul Tabip Odası Denetleme Kurulu denetler.
Fona katkılar:Bursun amacı ve işleyiş; sağlıkla ilgili tüm kişi ve kuruluşlara, kamuoyuna duyurulur. Bu fona düzenli ödeme yapmayı taahhüt eden kişi ve kuruluşlar bir belge ile İstanbul Tabip Odası�na bu isteklerini iletirler. Her öğretim yılında fona katkı tutarı, Yönetim Kurulu tarafından günün koşulları dikkate alınarak ilan edilir. Katılımcılara sertifika ve teşekkür belgesi verilir. Dileyenlerin isimleri Oda yayın organlarında duyurulur.
Fona katkı ödemeleri, her ayın 15. iş gününe kadar Oda tarafından açılacak fon hesabına yapılır.
Fona gelir elde etmek için kültürel etkinlikler, sergi ve geziler düzenlenebilir.
Burs için başvurular:Bursla ilgili öğrenci başvuruları, her yıl 1 - 15 Ekim arasında İstanbul TabipOdası�na yapılır. İstanbul�daki kamuya ait tıp fakültelerinde öğrenim gören her öğrenci, başvuru formunu doldurarak burs için başvurabilir.
Burs miktarının belirlenmesi:O öğretim yılında burs verilecek bursiyer sayısı ve aylık burs miktarı; 20 Ekim tarihinde Yönetim Kurulu tarafından belirlenir. Burs ödemeleri bursiyere her ayın 20. iş günü, elden, makbuz karşılığında yapılır.
Bursiyerlerin belirlenmesi:Bursiyerler; öğrencinin ailesinin yıllık geliri ve ikamet yeri, ailede öğrenim gören fert sayısı, başka kurumlardan burs alıp almadığı dikkate alınarak, Yönetim Kurulu tarafından belirlenen Komisyon tarafından saptanır.
Bursun devamı:Öğrencinin derslerinde başarılı olmasına, hekimlik mesleğinin temel ilke ve kurallarına aykırı davranmamasına ve İstanbul Tabip Odası�nın öğrenciler için düzenlediği bilimsel/sosyal/kültürel etkinliklere katılmasına bağlıdır. Bursiyer; her öğretim yılı başlangıcında fakültesinden aldığı �Başarı Durum Belgesi�ni Yönetim Kurulu�na sunar.
*
*
KÜLTÜR-SANAT / Başka bir Brecht
Dr. Özcan Baripoğlu
Brecht 100 yaşında. 1898�de Augsburg�da doğdu. Meslektaşımız olmak üzereyken tıp öğrenimini yarıda bırakarak tiyatroya yöneldi.
Daha 22 yaşında Müncher Kammerspiele�e dramaturg olarak girip oyunlarını sahnelemeye başladı. 30 yaşında Kurt Weill�la tanışarak epik opera ürünlerini vermeye başladı.
1949�da karısı Helene Weigel�le birlikte kendi adıyla özdeşleşen �epik tiyatro okulu�diye de anılan Berliner Ensembel�ı kurdu.
Oyun yazdı, oyun yönetti, dramaturji yaptı, şiir yazdı, öykü yazdı.
Kapitalizmin ahlaksızlığı provake eden sistematiğini, sömürü düzeninin çarklarını, militarizmi ve o kahrolası faşizmin �iç mantığını�sergiledi.
Hem öğreten, hem eğlendiren bir tiyatroyu yaratırken dünyanın tüm tiyatro birikiminden yararlandı.
İflah olmaz bir sosyalistti.
1933�de Reichstag yangınından sonra Viyana�ya kaçtı, 1941�de ABD�ye gitti ve 1948�de Doğu Berlin�e geçti. Daha sonra burada kendi tiyatrosunu kurdu. Kendi arzusu ile bir çok farklı seçeneği gözardı ederek gittiği bu kent onu kargaşa ve engellemelerle karşıladı. Bu kenti ve kente hakim olan ruhsal havayı �gri�olarak betimliyordu.
İnançlı ama kör değildi.
Resmi Sovyet ideologlarının ondan ve yandaşlarından her zaman kuşkulandıkları, Brecht�in dostları tarafından ifade edilir. O zamanlar Brecht�den pek hoşlanmayan Georg Lucaks, 1962�de Budapeşte�de Hans Mayer�e şöyle diyor:�Eğer 1949 yılında özeleştiri yapmasaydım, şimdi ben de bir devlet mezarlığında yatıyor olurdum.�
Bu açıklama savaştan galip çıkan Stalin�in yasal ama acımasız hesaplaşmalarını ve ondan sonraki iade-i itibar tarihini iyi ifade eder.
Alman faşizminden kaçarken önce Danimarka�yı sonra İsveç�i seçmesi sonra da ABD�ne gitmek için Sovyetleri transit geçiş için kullanması, Sovyet gizli polisi tarafından hiç şüphesiz unutulmamıştır. Ayrıca parti çizgisine aykırı konuşması da cabası.
14 Ağustos 1956�da Doğu Almanya�da öldü. İstediği yere sessizce gömüldü. Devlet töreni ertesi gün yapıldı.
Ölenin devlet katındaki itibarı oranında devlet temsilcilerinin rütbesi de artıyordu törenlerde. Başbakan vekili, ruhsuz bir konuşmayla uğurladı Brecht�i devlet adına. Bir öğrencisi ise çok yalın seslendi, �ondan öğrenmek için daha vakit geç değil�.
Daha sonraları Gorki�nin romanından uyarlanan �Ana� oyununun basım sorunları vardı. Tam komünizm doğrultusundaki bu oyun için Batı Alman savcıları bir suçun varlığına karar verebilirlerdi. Yayıncı Peter Suhrkamp duruma el koydu.
�Toplama kampından salıverildiğimde, beni bir daha böyle duruma düşürecek hiçbir şey yapmamaya karar vermiştim. Ama burada Brecht için, sonuçları üstlenmeye hazırım.�
Evet, Brecht bugün 100 yaşında; dünya tiyatro tarihine mal oldu. Yaşamını, tiyatroya farklı bir dramaturji anlayışını katmakla ve bu anlayışı geliştirmekle geçirdi.
�Çok az şey yapabildim. Ama ben olmasaydım, iktidardakiler kendilerini daha bir güvende hissederlerdi, bunu umdum�, demişti.
Her düzeyde, kendini iktidar hissedenler böyle insanları pek sevmezler.
Yani özgür, inat, aykırı ve vakur insanları...
kaynaklar
1- Tiyatro Adamları Sözlüğü, Aziz Çalışlar, Mitos-Boyut Yayınları
2- Brecht�i Anımsamak, Hans Meyer, Çev:Ahmet Cemal, Mitos-Boyut Yayınları
*
*
Mehmet Esen ile �Türk olmak kolay değil�üzerine:biraz içerden biraz dışardan
Dr. Ebru Taştan
E. Taştan:Neden şovunuza bu adı verdiniz?
M. Esen:Aslında bu adı Can Yücel�in anlattığı bir anekdottan aldım. İkinci Dünya Savaşı yılları Almanya�dan kaçan Yahudi asıllı eğitimciler Türkiye�de müthiş kabul görürler. Diğerlerinden yüksek maaş, lojmanlar, villalar tahsis edilir. Bundan çok memnun kalıp etkilenen bir profesör başvurarak Türk vatandaşlığına geçer. Adamın maaşı kesilir, oturduğu yer elinden alınır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel�e durumu anlatıp dert yanar. Bunun üzerine Bakan Hasan Ali Yücel �Eee, efendim, Türk olmak kolay değil� der.
E. Taştan:Yani kendimizden olana karşı bir hıncımız mı var?
M. Esen:Genel olarak ortalık çok bulanık. Verimsiz bir kördöğüşüdür gidiyor. Dar bir alanda bir iş yapmaya kalkanlar birbirlerine çarpıyorlar, kaçınılmaz olarak kısır çekişmelerin nedeni bu. Bu her konuda böyle. Bilimde de, sanatta da çok sınırlı şartlarla birşeyler yapmaya çalışıyoruz. Ben Berlin�de Teater Forum ve Tiyatrom adlı tiyatrolarda oyunculuk-yönetmenlik yapıyorum. ?öyle kabaca sanat ortamını karşılaştıracak olsak İstanbul�da her gece on tiyatro on milyona perde açıyorken, üç milyonluk Berlin�de üçyüz tiyatro her gece perde açıyor. Aralıklarla gelen, asıl olarak dışardan bakan bir Türk olarak görece istikrarlı seyreden sadece Devlet Tiyatroları ve ?ehir Tiyatroları var. Onun dışında tiyatro adına �stand up� komedi denen ya da �one man show�denen, her gün bir yenisi çıkan ve �televole� sayesinde kendini �sanat dünyası�na �enjekte�eden sanatçılar var. Bu kargaşada �televizyon-medya� ile �starlaşan�bazı �fast food�materyalleri zaman içerisinde yok olacaklar, diye öngörüyorum.
E. Taştan:Klişe bir soru olacak ama, sanatçı ve sanat�tan anladığınızı açar mısınız?
M. Esen:Bence �sanatçı� yanlışa hayır diyen, kendi ışığını sakınmadan harcayan insandır. �Sanat�insanları daha iyi bir yerlere taşıyan toplu taşıma aracı gibi birşey. Türkiye�nin sanat ortamını karşılaştırmak, Paris metrosu ile İstanbul metrosunu karşılaştırmak gibi birşey.
E. Taştan:Gelecekteki projeler? (Gene klişe bir soru.)
M. Esen:Halen klip yönetmenliği para kazandığım alan. Aklımda �Karıncanın gözyaşları� adlı senaryomu uzun metrajlı sinema filmine dönüştürmek var. Filmin insanın ölme-öldürme ikilemi üzerine bir teması olacak. Klişelerin ötesinde öldüren kişilerin de insan yanlarını işlemeyi, nefret ettiği kötü adamdan ikinci yarıda etkilenmesini istiyorum seyircinin.
Çağımız ölmek-öldürmek üzerine günden güne bilenen şizofren bir toplumu getiriyor. Yirminci yüzyılın başında Avrupa�nın ortasında yaşanan bu dehşeti nasıl açıklayabiliriz bilmiyorum. Berlin duvarı yıkıldığında Berlin�deydim. Çekoslavakya�da tiyatro, Polonya�da sinema eğitimi gördüm. Çok sayıda Avrupalı iş arkadaşım-dostum-eşim var. İyi bir şeymişcesine bana güya iltifat ediyorlar. �Yahu sen hiç Türk�e benzemiyorsun� diye. Bu söz beni çok ama çok üzüyor. Kendimizi anlatamamak yani... Dönüp bakıyorum. Kendimizi anlayabildik mi ki anlatalım diyorum. Dedemin bana yazdığı mektubu (Osmanlıca)tercüman ile anlayabiliyorum.
E. Taştan:İstanbul için ne diyorsunuz?
M. Esen:Bu şehir nice uygarlıklar yutmuş. Adam memleketinde namus yüzünden adam vurmuş, kaçmış gelmiş burda �pezo�luk yapıyor. Müthiş bir ritmi var. Hem iyi - hem kötü yanıyla. Doğup büyüdüğüm semt Cihangir�de aynı kalmış bir köşe bulmak için dolaştım geçen gün boyu... Bulabildim sonunda... Bu da geleceğe olan umudumu simgeliyor işte... Dün kırk yaşıma bastım da...
*
*
TIPİK
Şantiye hastalıkları - 2
Dr. Ozan Yılmaz Kendirci
7- Doktorculuk hastalığı
Anneler çocuklarını, gözde mesleklere layık gördü#ğünden, bizim kuşağın çocukluğu, en sık, benim oğlum büyüyünce doktor olacak amcası teranesiyle geçmiştir. Çocukluğunda, komşunun kızıyla doktorculuk-hemşirecilik oynayanlar da az değildir. Çocukça şartlanmalarla, kimi istese de doktor olamamış ama doktorculuk hevesini yitirmemiş ve bilinç altında ukte olarak saklamıştır. Bunlardan mıdır bilinmez, ilkokul bitirmemişinden yüksek tahsillisine kadar birçok kimse, bir hasta gördüğünden refleks olarak tavsiyelerde bulunmaya, hatta tedavi önermeye kalkışır. Buraya kadar neyse de, kimi ipin ucunu iyice kaçırıp, bir sayfalık tıp bilgisi olmadığı halde, binlerce sayfalık tıp bilgisi olan doktordan daha iyi tedaviler bildığini zannederek patavatsızlıklar yapar. İş saçmalamaya kadar varabilir. Bu doktor işi değil, hoca işi... Boşver doktorun verdiği ilaçları, şu hapı yut, bu otu kaynat iç, bunu ez orana burana sür bi şeyin kalmaz... Doktor bilmez, hastalığı çeken bilir, bende de aynı hastalıktan vardı, dur, ilacımdan sana da vereyim... Bu eti moraran yerine koy, iyileştirir... Böylece, yanlış-zararlı tedavileri düzeltmek de, örneğin; yüksek tansiyon hastasının, düşük tansiyon hastasına, benimki de tansiyon hastalığı, al bu ilaçtan iyi gelir diye hapı yutturduğunda, iyice tansiyonu düşüp bayılınca, uğraşmak yine doktora düşer... Bazen trajik durumlara yol açan bu hastalık, bazen de komik hallere yol açar. Örneğin, arkadaşının kaşıntıya iyi gelir önerisiyle, çüküne kına yakanlara bile rastlanabilmektedir... Bu hastalık bazılarında öyle içselleşmiştir ki, revire muayeneye geldiğinde, kendi hastalığını unutup, diğer hastaya -doktorun yanında olduğunu da unutup- tedavi önermeye başlar: (N�aparsınız, meslek aşkı... İnsanın aklını başından alıyor!) Aspirin iç, sıkıca giyin, yat, çek yorganı başına, iyice terle, geçer. (İstirahat bile veriliyor! Tam bir tedavi!) Bu hastalar, her alanda olduğu gibi, sağdan-soldan duyduklarıyla, gördükleriyle yetinerek, okumaya, bilgilenmeye, araştırmaya gerek görmeden, bildiklerine inanırlar. (Bilmediklerini bilemezler!) İlkokulu bitirdıği şüpheli bir doktorculuk hastası, kalabalık bir koğuşta, ben başka bir hastayla ilgilenirken, dayanamayıp döktürmeye başlamıştı: Şu ilaç iyi gelir ona, bizim komşu köyde de bir kadın böyle ateşlendiydi, o ilaçla düzeldiydi... Baktım haline, zavallının teki. Ateşe neden olan, birbirinden farklı yüzlerce hastalık olduğunu açıklayıp, patavatsızlığ#ı sineye çekmek de olmaz, azarlamak da. Kaç yıl tıp eğitiminiz var? dedim. Pişkince, tıp eğitimim yok ama, hastanelere çok hasta götürdüm, çok doktor gördüm, tecrübem var dedi. Onu rencide etmeden, nasıl yanlış düşündüğünü vurgulamam için iyi bir malzemeydi bu söz. ?öyle yanıtladım: Bir meslek öğrenmek böyle basit değil ki. Ben de yıllardır şantiyelerdeyim, çok mühendis tanıdım, gördüm, ama ne inşaatçılığı ne mühendislıği biliyorum. Duyduğum birkaç şeyle, bildiğimi iddia etmem de yanlış olur.
Bazı amirler veya formenler de, adamının hamiliğine soyunurken, (üşüttüğünden olsa gerek) bu hastalığa yakalanır. ?una istirahat verelim. Bunu hastaneye götürelim. Ayağını sarıp, ağrı kesici verdiniz mi? Bizim hastaya şu ilaç, bu tedavi lazım. Hemen hastaneye götürsünler. Reviri boşver, ben hallederim. Bu cümleler, teşhiste oldukça yardımcıdır! Bazıları da, doktorculuğuyla kendi kendini tatmin eder. (Her zaman tedavi edemese de.) Bir torba ilaç getirmiştir yanında. Ezbercilik ya da tombala usulüyle torbasından çıkardığı hapı yutarak şifa niyetine, iyileşmeyi bekler. Önceden teşhis edilmiş bir hastalıksa, ne ala. Yeni bir hastalıksa, gerçekten hapı yutabilir. Doktorculuk hastalığının tedavisi zordur. Uyarılarla, taviz vermemekle frenlenebilirse de, yok olmaz. Bunlarla, aynı şekilde kendi işlerine karışarak karşılık vermek ve böylece bu tavrın yanlışlığını vurgulamak işe yarayabilir.
8- Reviri eczane sanma hastalığı
Bazı düşünceli hastalar, doktoru yormamak için, kendi teşhisini kendi koyar, ilacını da belirler öyle gelir revire. Bi lincocinle bi novalcin karıştırıp yaparsanız iyi olurum veya bi talcidle bi ranitab verin tamam repliklerini sıkça kullanırlar. Bunu, bazen de, doktorculuk hastalığı�na tutulanlar, çanta gibi yanlarında getirdikleri hasta için talep ederler. Kimi de, doğrudan, eski-kirli bir ilaç kutusuyla veya bir kağıt parçasına yanlış yazılmış ilaç ismiyle gelir. Daha beteri de garip ilaç tarifleriyle talepte bulunurlar: bir tarafı kırmızı, bir tarafı sarı olan haptan istiyorum (sanki Galatasaray forması istiyor) veya suyla tozun karıştığı bir ığne vardı... bir de, beyaz, dü#ğme kadar olan bir hap. Bunlara, bu tarife uyan yüzlerce ilaç olduğunu, revirin eczane olmadığını, zaten işin doğrusunun muayeneden sonra, teşhise göre verilecek ilaçların kullanılması olduğunu anlatmakta zorlanırsınız. Yahu şurdan, üstünde çıplak adam resmi olan merhemden verin gideyim, uğraştırmayın beni sevk kağıdıyla filan... ben yılların şirketçisiyim, istediğim ilacı vermek zorundasınız! Daha beteri de, doktora veya sağlıkçılara seyyar eczane muamelesi yapılmasıdır. Bu yüzden, yemekte, yolda, koğuşta vs. olur olmaz yerde ilaç istenir. Bu garip ilaç talepleri karşılanmadığı oranda memnuniyetsizlik başlar. Bir ilaç için zorluk çıkarıldığı düşünülür de, muayene ile alınacak ilaçların daha isabetli ve daha faydalı olabileceği düşünülmez. Bunların bir kısmı, zararsız ilaçlar verilerek tedavi edilebilir. Revirin eczane olmadığını açıklayan yazıların görünür yerlerde sergilenmesi okuduğunu anlayan hastalar için faydalı olabilir.
9- Ağır iş hastalığı
Yaptığı iş ağır gelen kişilerin aklında, karanlık bir akşam yorgunluğunda, bir ampul ışıldayabilir: Neden revirden, ağır iş yapamaz raporu almayı denemiyorum? Böylece hastalık başlar... Hergün bir başka yeri ağrımasıyla veya bir ağrının sebepsiz yere artmasıyla ve ağrı kesici ilaçların hiç etki etmediğinde ısrar edilmesiyle teşhis konur. Taraflardan biri (doktor veya hasta) pes diyene kadar mücadele sürer. Az çok bedensel bir hastalık da varsa veya bünye zayıfsa, hasta ya hafif iş amacına ulaşır, ya da memleketine... (Çıkışa da yol açabileceğinden, abartmanın dozu iyi ayarlanmalıdır.) Kurnazlık kanıtlanırsa, hasta bu dikişin tutmayacağını görüp işsel kaderine razı olur. Elbette, 40-50 kiloluk adamlara, inşaat işinin ağır gelmesi için hasta olmaları gerekmez. Gerçekten güçleri yetmeyebilir bu kişilerin ve kilosu kadar hafif iş gerekebilir. Ancak, şantiyelerde bekçilik ve çaycılık kadroları sınırlıdır ve koğuşla revir arasındaki mesafeyi ölçme işi için henüz eleman aranmamaktadır...
10- Ağır hastalık hastalığı
Bir rahatsızlık belirince, en kötü olasılığı düşünmeleri ve aksi kanıtlanıncaya kadar buna inanmaları ile teşhis edilebilirler. Örneğin, başı ağrıyorsa beyninde bir şey olabilir, göğsü sıkışmışsa kalptendir, karnı ağrıyorsa niye apandisit olmasın, ayağı burkulduysa kırık veya çıkık ilk olasılıklardır, öksürüyorsa bronşit veya verem başlamıştır vs. Muayene ve açıklamalar ikna olmalarına yetmez. (Doğru da olsa, teorik bilgi, inancı kolay kolay sarsamaz!) Ancak tahlil-röntgen gibi araştırmalardan sonra ve kelli-felli, uzman-doçent-profesör gibi ön ekli doktorların önemli bir şey olmadığını söyleyince rahatlarlar. Ancak, hastalık korkusu ve evham eğilimi kaybolmadığından, her rahatsızlıkta benzer durum yinelenebilir. Tedavi, tahlillerle, hastaneye sevkle aksini kanıtlamaktan geçer. Bu olmadıkça, revir doktoru, ağır hastalığı ile yeterince ilgilenmeyen, kendisini ve hastalığını önemsemeyen, hatta hastalığını teşhis edemeyen biri olarak görülür.
11- Sallama(ma) hastalığı
Önceki hastalığın asimetrisidir bu. Önemli-riskli bir rahatsızlığı (yüksek tansiyon, şeker, kalp vs.) olduğu halde aldırmamazlıkla karekterizedir. Boşver, önemli değil, bana pek rahatsızlık vermiyor veya bana bir şey olmaz söylemi, teşhis için yeterlidir. (Bunlar, atın ölümü arpadan olsun deyip, arpa mideye oturunca aklı başına gelen veya Türk�e-bize birşey olmaz diye Nataşa kovalayıp, hastalık kapınca da, Allahım neden ben, diye dövünen hastaları çağrıştırır.) Genelde insanlara da hastalıklarına davrandıkları gibi davranırlar. Yani sallamazlar. Sorunları, salla gitsin diyerek savmaya çalışırlar. Mümkün olduğunca, şimdiki işi biraz sonraya, bugünün işini yarına sallarlar. Develi coğrafyalar bu eğilimi arttırır. Diğer konular bir tür alışkanlık halini almış olsa da, hastalıklarına aldırmamaları (öyle görünmeleri) aslında korkudandır. Önemli-riskli bir hastalığa sahip olduklarını kabullenmek istemezler. Bu yüzden zorunlu bırakılmadıkça ilaç kullanmadıkları gibi, diyet gibi önerilere de pek uymazlar. Tedavi, ölçülü bir korkutmadan, daha doğrusu gerçekle yüzyüze getirmekten geçer. Yine de hastalığını sallamazsa, ummadığı bir yerde ve zamanda, hastalık onu sallar!
12- Özelleştirme hastalığı
Yanlış bir modanın etkisinden midir, memleketindeki tecrübeleriyle oluşmuş hastalığın sürmesinden midir nedir, bazıları, kamunun faydalandığ#ı kurumlarda hizmetin ille de kalitesiz, özel yerlerin ille de kaliteli olacağına inanırlar. Dığer yandan, başka özelleştirecek bir şeyleri olmadığından da kendilerinin ve hastalıklarının özelleştirilmesini isterler! Teşhis ve tedavinin pek değişmeyeceğini de kavramadıklarından, özele giderek, en azından özel muamele görmek, kendini özel biri gibi hissetmek isterler. Daha isabetli bir tedavi de umarlar tabii. Bozulan sağlıklarını, parayla tekrar satın alınacak bir meta olarak görecek kadar bedenlerine ve sağlıklarına yabancılaştıklarını kavrayamazlar. Bunlar, bir de özele gitsem... para sorun değil, yeterli param var çok şükür... iyice bakılayım, tahlil-mahlil de yaparlar... parasıyla değil mi türünden incileriyle şıp diye teşhis edilebilirler. (Bunlara özel bir türkü de düşündüm. Özel ama, parasız! Hediyem olsun: O yana gönder beni, bu yana gönder beni, sol yanımda revir var lo, özele gönder beni, sağ cebimde para var lo, özele gönder beni) Tedavi, acı gerçeği açıklamakla başlar; senin doktorun benim hastacığım. Sonra, alıştıra alıştıra, burda özel doktorun pek olmadığı, olanların da, para alıp cebini hafifletmekten başka bir hafifleme (hastalığında vs.) sağlamayacağı, özelden rapor alırsa eğer geçerli olmayacağı, revirden özele sevkin mümkün olamayacağı, bu yüzden mesai saatinde özele gidemeyeceği vs. sivrisinek sazı şiddetinde anlatılır. Ancak, boynunun tutulduğunu iddia eden ve sadece özelde iyileşebileceğine inanan bir vaka-i şantiye de olduğu gibi, hastalık ilerlemişse ve teatrik jestlerle desteklenmişse, revirden verilen en güçlü kas gevşeticiler ve ağrı kesicilerle bir türlü iyileşemeyen (belki bu ilaçları da kullanmayan) hasta, özelden verilen vitamin hapıyla, mucizevi bir şekilde iyileşebilir! (Paranın ve yalanın hikmeti işte! Sual olunmaz...) Bazen, bu başka bir mucizeye de yol açar: Boyun tutulmasının gerçekten bir vitamin hapıyla şıp diye geçebildiğine inananlar çıkabilir... Böylece hem abartma ve jestlerle desteklenen özelleştirilme hastalığı pekiştirilmiş, hem hasta ödüllendirilmiş, hem özele göndermeyen revir doktorundan rövanş alınmış olur. Bir taşla üç kuş! Söylenenler doğru galiba; özelleştirme kârlı iş! İyi de, kimin için?
*
*
ANMA
Nusret Hocamızı anıyoruz
Cumhuriyet�in 75. yılı kutlamaları çerçevesinde; 3 Kasım 1990�da kaybettiğimiz Prof. Dr. Nusret Fişek anısına düzenlediğimiz �Cumhuriyet ve sağlık� konulu panel Tabip Odası�nda yapıldı.
Paneli, çoğunu halk sağlığı öğretim üyeleri ve öğrencilerinin oluşturduğu 70 kişi izledi. Program saat 15.15�te Prof. Dr. Nusret Fişek ve Cumhuriyet döneminde halk sağlığı hizmetlerinde özveriyle çalışmış ve aramızdan ayrılmış hekimler için saygı duruşuyla başladı. Daha sonra Prof. Dr. Rahmi Dirican, Prof. Dr. Yıldız Tümerdem, Prof. Dr. Ahmet Saltık ve Dr. Kürşat Yıldız, Nusret Hoca�nın değişik yönlerini dile getirdiler. Verilen arada Nusret Hoca�nın kitaplaşmamış yazılarını içeren kitap, bu kitabı yayına hazırlayan Prof. Dr. Rahmi Dirican tarafından imzalandı.
Doç. Dr. Mithat Kıyak�ın yönettiği panelde, Prof. Dr. Türkan Saylan, Mustafa Kemal�in henüz Cumhuriyet ilan edilmeden Birinci Meclis�in 1922 ve 1923�teki açılışlarında yaptığı konuşmalarda sağlıkla ilgili hükümet politikaları ve çalışmalarını belirten sözlerini aktardı. Bugün hekimlerin bireysel sorunlarına kapılarak hekimlik ideallerinden uzaklaştığını vurgulayarak herkesi göreve çağırdı.
Doç. Dr. Mithat Kıyak, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki sağlık örgütlenmesini, Cumhuriyet�in devraldığı sağlık sorunlarını ve bunları çözmek için ilk yıllarda yürütülen çalışmaları anlattı. Dr. Refik Saydam�ın kişiliği ve çalışmaları hakkında ayrıntılı bilgi verdi. Dr. Behçet Uz döneminde hazırlanan programdan söz etti.
Daha sonra söz alan Prof. Dr. Rahmi Dirican, Dr. Behçet Uz�un şehirleşmenin de yarattığı sorunları çözmek için hazırladığı programın CHP ve Demokrat Parti dönemlerinde karşılaştığı engellere dikkat çekti. 1960 İhtilali sayesinde Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkındaki Yasa�nın çıkarılabildiğini, ancak daha sonra gelen hükümetlerin bu yasayı uygulamamakta direndiğini, bir yandan da yasayı eleştirdiğini anlattı. Prof. Dr. Nusret Fişek�in bu yasayı Milli Birlik Komitesi�nin ve Albay Sami Küçük�ün yardımıyla yürürlüğe koyduğunu hatırlattı. 224 sayılı yasanın, isminden başlayarak iktidarlar tarafından hoş karşılanmadığını, yine de 1969�a kadar sağlık çalışanlarının gayretleriyle uygulandığı yerlerde önemli başarılar sağladığını vurguladı. Prof. Dirican, yasanın 1980�den sonra askeri yönetim tarafından bir günde bütün ülkeye yaygınlaştırılmasını da eleştirdi. 224 sayılı yasanın uygulanabilmesi için başlangıçta belirlenen gerekli koşulların hiçbiri yerine getirilmeden sorunları çözmesinin beklenmesinin yanlışlığını vurguladı. Prof. Dirican�ın halk ozanlarının şiirleriyle süslediği konuşması büyük ilgiyle izlendi.
Prof. Dr. Ahmet Saltık ise, 1980 sonrası gelişmeleri anlattı. 82 Anayasası�nın sağlığa yaklaşımını, buna karşılık Nusret Fişek�in 1981�de kaleme aldığı yazılarda sağlık alanında gerçek Atatürkçülük ve devrimcilik ilkeleri hakkındaki görüşlerini aktardı.
Toplantı, izleyenlerin sorularının yanıtlanmasının ardından 18.30�da sona erdi.


Bu HABERİ Paylaş!