İşyeri hekimliği nereden nereye? - Levent Uygur*


  • Hekim Sözü Ekim-Aralık 2022
  • 715

Tarihte ilk kez işçi sağlığı yaklaşımı, M.Ö. 484-425 yılları arasında yaşamış olan Heredotos tarafından işçilere yeterli besin verilmesi gerektiğinin belirtilmesiyle karşımıza çıkmaktadır.
Bunu takip eden antik çağ döneminde; Platon (M.Ö. 254-184) çalışma pozisyonlarından ileri gelen şekil bozuklukları, Hipokrates (M.Ö. 460-370) ise kurşunun zararlı etkileri üzerinde durmuştur.
Sonraki dönemlerde yapılan çalışma ve gözlemler günümüz işçi sağlığı alanının temellerini oluşturmaktadır.
Bu kapsamda Agricola (1494-1555) madencilerde ortaya çıkan hastalıkları “De Re Metallica” adlı yapıtında tanımlamış, Paracelsus (1493-1541) madencilerde ve baca temizleyicilerinde meslek hastalıklarını saptamış, “De Morbis Metallicis” adlı kitabında, bugün pnömokonyoz diye bilinen kronik akciğer hastalıklarının klinik tablosunu çizmiş ve bunun endüstriyel gelişmenin sonucu olduğunu dile getirmiştir.
İşçi sağlığının babası olarak bilinen Bernardino Ramazzini (1633-1714) ise işyerlerini ziyaret etmiş ve buradaki gözlemlerini de ekleyerek “De Morbis Artificum Diatriba” adlı kitabını yazmıştır. Hastalara sorulan klasik soruların yanına günümüzde önemi daha da artan ancak 5 dakikalık muayene süresi baskısıyla sorulamayan “Ne iş yaparsınız?” sorusunu ekleyerek hastalık ile iş arasında ilişki kurmuştur.
Günümüzde sermayenin dayatması ile kanayan yaramız haline gelen çocuk işçiliği konusunda 1800’lü yıllarda Robert Owen (1771 -1858), fabrikasında on yaşının altında kimseyi çalıştırmadan, çalışma saatini azaltarak, gençler ve yetişkinler için eğitim programları hazırlayarak ve işyerindeki çevre koşullarını düzelterek “Çırakların Sağlığı ve Morali” adlı yasanın çıkarılmasında rol oynamıştır.
1833 yılında İngiltere’de “Fabrikalar Kanunu” ile işe giriş muayenesi ve periyodik muayene yapmak, hasta işçilere rapor verilmesi yetkisi hekimlere verilmiştir.
ÜLKEMİZDE İŞÇİ SAĞLIĞI NE DURUMDA?
1919 yılında Cenevre’de, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kurulmuş, işçi sağlığı ve güvenliği konusunda birçok sözleşme çıkarmış, Türkiye Cumhuriyeti 1932 yılında üye olarak birçok sözleşmeyi imzalamıştır.
8 Haziran 1936 tarihinde çıkarılan 3008 sayılı İş Kanunu içerisinde de temel işçi sağlığı ve güvenliği hükümleri yer almıştır.
1987 yılında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanlığı döneminde, örnek bir uygulamaya imza atıldı. 1930’dan beri yasalarımızda var olan ama görmezden gelinen “işyeri hekimliği” bir düzene sokuldu.
İşyeri hekimliği yapacakların, meslek hastalıklarından iş hukukuna kadar bilgi ve belge sahibi olmaları öngörülerek işyeri hekimliklerinin, doktorlar arasında dengeli dağılmasına ve işyerlerinde “yönetmeliğin öngördüğü süre” kadar kalınmasına özen gösterildi. İşyerlerinde kalınması gereken sürenin bir fonksiyonu olarak “en az ücret” sınırı getirildi. İşyeri hekimlerinin, görevlerini yaparken işverenin hışmına uğramaması için güvenceleri arttırıldı. İşyeri hekimlerinin görevlerini daha etkin yerine getirebilmeleri için, yönetiminde söz ve karar sahibi oldukları destek hizmetleri (gezici röntgen vb.) için girişimler başlatıldı.
AKP’Lİ YILLAR…
Ama, ancak 16 yıl dayanabildi. 2003’te AKP iktidarının, sözde “işçi sağlığı ve güvenliği”ne sahip çıkan yaklaşımı 4857 Sayılı İş Kanunu’nun yürürlüğe alınması, önce işçi sağlığı hemşirelerini defterden sildi. Ondan sonra da uzun hukuk mücadelelerine karşın, Türk Tabipleri Birliği’nin bu alandaki baskın rolünü yok etti.
AKP döneminde, bu sayede, hızla artan iş kazası sonucu toplu ölümler, artan sakatlar ordusu ve hasır altı edilen dosyalar, birer “cinayet”e, birer “insanlık suçu”na dönüştü.
Toplu ölümlerin görüldüğü madenlere, inşaatlara, tersanelerde işçilerin yeniden iş başı yapmaları bir çaresizliği ve seçeneksizliği göstermekte olup sosyal olamayan iktidarın kusuru olarak ortaya çıkmaktadır.
SERMAYE SAHAYA İNİYOR!
Sermaye için rantiye alanına çevrilmesi için yetersiz kalan 4857 sayılı iş kanununun düzenlenmesi adı altında 20.06.2012 tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu kabul edilmiştir.
6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’na dayanılarak hazırlanan yönetmelik, işçi sağlığı ve iş güvenliğinden çok, bu hizmetlerin piyasalaştırılmasının önünü açıyor. Yasanın ve yönetmeliğin bu yönüne dikkat çeken Türk Tabipleri Birliği, yapılan değişikliklerin iki temel karakteristiği olduğuna dikkat çekerek, bunların işyeri hekimliğinin eğitiminden hizmet sunumuna kadar ticarileştirilmesi ile sunulan hizmetlerin sürelerinin azaltılmasıyla içlerinin boşaltılıp ucuzlatılması olduğuna dikkat çekiyor.
Yasal düzenlemeler sonucunda her biri istihdam ofisi gibi çalışan, mantar gibi açılan ve bugün itibarı ile sayıları 3000’e yaklaşan “Ortak Sağlık Güvenlik Birimleri” (OSGB) ve sayıları 260 olan “işyeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanları eğitim kurumları” ile sermaye alanda kendini gösterdi. 6331’in getirdiği rüzgar ile kısa zamanda büyük paralar kazanma hevesindeki OSGB şirketleri, kuralsız bir piyasada savaş vermeye başladılar.
Bu yasa ile işyeri hekimlerinin tehlike sınıfına göre hizmet sürelerinin işçi başına 5-10-15 dakika gibi komik rakamlarla belirlenmesi işçi sağlığı açısından ciddi sıkıntılar yaratmıştır.
İşverenin işyeri hekiminden beklentisinin işe giriş muayeneleri ve poliklinik yapması, işyeri hekimlerinin üzerinde OSGB’ler tarafından çok fazla sayıda atama yapılması, işyeri hekimlerinin asli görevlerini yapmalarına zaman tanımamaktadır. Bunun sonucunda işyeri hekimi işçi sağlığı açısından son derece önemli olan meslek hastalıklarının saptanması, takibi ve tedavisi için gerekli yönlendirmeleri yapamamaktadır. Aslında bu durum sermayenin ve iktidarın beklentisini örtülü bir şekilde karşılamaktadır. Meslek hastalığının saptanması ve takibi açısından bu iki tablo AKP’li yıllardaki komediyi gözler önüne sermektedir. “Türkiye mucizesi” yaratılmış meslek hastalıklarında ölümler sıfırlanmıştır.
Bu yasa ile birlikte başlayan OSGB macerasının bugün itibarıyla “İşçi Sağlığı İş Güvenliği” (İSİG) alanında hiçbir şeyi iyiye götürmediğini somut olarak görmekteyiz. OSGB’lerin devreye alındığı zamandan beri meslek hastalıkları tespitinde bir artış olmadığı gibi, iş kazalarının da giderek arttığını gözlemliyoruz. Şüphesiz burada suçlanacak özne OSGB değil, İSİG alanında iyileştirme yerine sermayenin çıkarlarını korumaya yönelik adım atmış olan siyasi iktidardır.
Bu dönemde asıl acı tablo çocuk işçilik ve ölümlerinde yürekleri yakmaktadır. Adeta ucuz iş gücü kaynağı haline gelen çocuk işçilik sermaye açısından altın dönemini yaşamaktadır.
TTB UYARIYOR!
Çalışma ortamının genel olarak sağlıksız ve güvensiz olduğunun bilindiğine dikkat çeken TTB, her gün iş kazalarında 6 işçinin öldüğünü, meslek hastalığına ilişkin bildirim yetersizliği sebebiyle tam sayının bile bilinmediğini belirtmekte. TTB ayrıca, sağlık ve güvenlik ihtiyacının böylesine yüksek olduğu bir ortamda bu alanda hizmet sunanların güvencelerinin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve çalışanların bu hizmetlere erişim olanaklarını artırılmasının gerekli olduğunu vurgulamaktadır.
Sonuç olarak,
Bireylerin yalnızca fiziken değil aynı zamanda ruhsal ve sosyal açılardan tam anlamıyla iyi konumda olmasını ifade eden ve çalışanlarına en ideal sağlık ve güvenlik koşullarının sürekliliğini sağlamayı hedefleyen işçi sağlığı ve iş güvenliği algısı tarihin başlangıç sürecinden bugüne evirilerek süregelen bir kavram seti olmuştur. Geçmişten günümüze çalışma kavramının ortaya çıktığı koşullardan bugüne çalışan kesimlerin sağlık ve güvenliğinin gelişim seyri incelendiğinde teknolojik dönüşümün ve üretim süreçlerindeki yeni gelişmelerin bu sürece yön verdiği görülmektedir. Hiç şüphesiz ki bu sürecin en temel kırılma noktası ise; sanayi devrimi sonrası meydana gelen yıpratıcı çalışma koşulları olmuştur. Sanayi koşullarında görülen ağır çalışma ortamı ve iş kazaları gerek işletmeler açısından gerekse de çalışan işçi sınıfı açısından bir mücadele alanı olarak görülmeye başlanmıştır. Kapitalist sistem içerisinde birer maliyet unsuru olarak görülen işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarının ideal bir şekilde hayata geçmesi koşulsuz olarak bu durumdan zarar gören (ölüm, sakatlanma, yaralanmalar vb.) kesimlerin örgütlü mücadelesi ve hak arayışlarıyla mümkün olabilecektir. Bu açıdan gerek dünya genelindeki hak talepleri gerekse de Türkiye’deki spesifik hak taleplerinin hem yasal alanlarda (6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu vb. gibi) hem de uygulama sahasında dile getirilmesi ve toplu bir şekilde hak arama mücadelesi gösterilmesi gerekmektedir.

* Dr., İTO İşçi Sağlığı ve İşyeri Hekimliği Komisyonu


Bu İÇERİĞİ Paylaş!