KARA MİZAH, POLİSİYE VE POLİTİKA Sen, ben, Lenin - Ekim Nehir*


  • Hekim Sözü Mayıs-Haziran 2022
  • 684

İlk bakışta izleyenin kafasını karıştıracak ve ürkütecek kadar çok karakter var fakat hepsi öylesine nev-i şahsına münhasır ki akıştan kopmak mümkün değil. Mekan tekilliğini zaman zaman tavandan gelen gıcırtılar ve komiserin pencereden dışarıya bakması dışında sadece anlatılanların zihnimizde yarattığı imgeler bozabiliyor.

 

Yönetmenliğini Tufan Taştan’ın yaptığı Sen Ben Lenin, ilk gösterimini 40. İstanbul Film Festivali’nde dünya prömiyerini ise 43. Moskova Film Festivalinde yapmıştı. 32. Ankara Film Festivali’nde ‘En İyi Senaryo Ödülü’ alan filmin senaryosunu kısa filmleriyle tanıdığımız ve ilk uzun metraj filmini Sen Ben Lenin’le yapan Tufan Taştan ve Barış Bıçakçı birlikte kaleme almışlar. Neredeyse her biri başrol olabilecek ‘yıldızlar topluluğu’ bir oyuncu kadrosuna sahip film ulusal ve uluslararası birçok festivalde gösterildi.

Film, 90’lı yılların başında yaşanan gerçek bir olayın olası başka bir gerçekliği üzerinden kurgulanmış. Tufan Taştan, Karadeniz kıyısındaki eski Sovyetler Birliği kentlerinden birisinden denize düşüp Akçakoca sahiline vuran, uzun yıllar boyunca Akçakoca kasaba meydanına dikilmesi istenen fakat bunun gerçekleşmemesi sonucu belediyenin deposunda saklanan Lenin heykelinin hikâyesini alternatif bir gerçeklik ve tarih sunarak ele alıyor. “Bu heykel kasabanın meydanına dikilseydi ne olurdu?” sorusunun peşine düşülen filmde bir yandan polisiye bir öykü ilerlerken diğer yandan mizahi ve eleştirel bir ülke panoraması oluşturuluyor.

Küçük, izole, sıkıcı bir sahil kasabasına günün birinde dalgalar ahşap bir Lenin heykeli getirir. Heykel çeşitli sahiplenmeler ve badirelerden sonra turizm potansiyeli yaratabileceği için belediye tarafından meydana dikilir. Dikilmesiyle birlikte kasaba sıkıcı ve ağır atmosferinden sıyrılır ve zaman hızlanmaya başlar. Başbakan Rus devlet görevlilerinin katılımıyla yapılacak açılıştan bir gün önce heykel çalınır. Lenin’i açılıştan önce bulmaları için Ankara’dan özel görevle iki polis kasabaya gönderilir ve film polislerin Lenin’le ilgili olabilecek kasabalıları sorgulaması üzerinden ilerler. Lenin’i kimler gördü, kimler ilişki kurdu, kim çaldı, neden çaldı hepsi karanlık… İfadelerle olayın arkasındaki büyük resmin ortaya çıkarmak ve en önemlisi heykeli açılıştan önce bulmak için yapılan sorgular aynı zamanda kasabanın geçmişini aydınlatır.

Soruşturma tek mekanda geçiyor ve film gücünü her bir karakterin olayın birbiriyle ilgili ya da ilgisiz bir yönünü anlatma becerisinden alıyor. Bu açıdan tüm hikaye polisler ve kasaba halkı arasında geçen diyaloglar üzerinden yükseliyor. Her bir karakter bir şekilde Lenin’le temas etmiş ama bu temas bütünün neresine oturuyor, kaçırılma ile ilgisi ne anlayamadığımız gibi her ifade hikaye daha da karmaşıklaşıyor. İlk bakışta izleyenin kafasını karıştıracak ve ürkütecek kadar çok karakter var fakat hepsi öylesine nev-i şahsına münhasır ki akıştan kopmak mümkün değil. Mekan tekilliğini zaman zaman tavandan gelen gıcırtılar ve komiserin pencereden dışarıya bakması dışında sadece anlatılanların zihnimizde yarattığı imgeler bozabiliyor sadece.

Filmde öne çıkan soru Lenin heykelinin nerede olduğu. Fakat arka planda yanıtı aranan soru biraz çetrefilli: Lenin mi kasabayı değiştirecek yoksa kasaba mı Lenin’i? Diyaloglar boyunca bu sorunun yanıtına yaklaşıyoruz. Filmin tek mekanda geçmesinin nedeni ilginç. Yönetmen Taştan’ın ifadesine göre aslında ilk senaryo bu filmin öncesini anlatıyor ve çok sayıda mekanda geçiyor. Fakat maddi olanaksızlıklar nedeniyle film çekilemiyor ve mecburen tek mekanda ilerleyen bir hikaye oluşturuluyor. Aslında iyi ki böyle olmuş diyebiliriz. Zira zekice yaratılmış diyaloglar ve iyi oyunculuklarla seyri keyifli bir film ortaya çıkmış. Heykeli kimin çaldığı sorusunun peşinde, kara mizah ve polisiyenin iç içe geçtiği bir öykü ortaya çıkıyor ve film 12 günde çekiliyor. Politik bir hikayenin içinde polisiye ve kara mizah ögelerinin birleştirilmeye çalışıldığı filmde Taştan’ın deyişiyle “her karakter kendi gündeliğiyle ana hikayeye dahil olunca ister istemez kara mizah ortaya çıkıyor. Bireysel olanla toplumsal olan birleşiyor.”

Finale doğru giderken zihnimizdeki soru işaretleri azalmak yerine artıyor. Net bir yanıt açık bir çözüm istiyoruz ama nafile. Yönetmen Edip Cansever’e selam çakıp Lenin’i “Ahmet Abiye” bağlıyor. Ah be Ahmet abi, “boylu poslu” “çok iyi insandın” ne güzel adamdın!

Zamanın asılı kaldığı ama içinden yüz yıl geçen hikayesiyle, tek mekanı kusursuz kullanması, çok başarılı diyalogları ve oyunculuklarıyla, kahkaha attırmayan ama gayet iyi mizahıyla güzel bir film Sen, Ben, Lenin.

*Dr., Hekim Sözü Yayın Kurulu Üyesi


Bu İÇERİĞİ Paylaş!