Meslek örgütünün etkinliklerine katılmak “suç” mudur? bu nedenle hukuki bir yaptırım uygulanabilir mi?


  • Temmuz 07, 2010
  • 3706

 

Bilindiği gibi meslek örgütünün çalışma koşulları, özlük haklarına yönelik yaptığı etkinlikler Bakanlık ve/veya İl Sağlık Müdürlüğü ile Başhekimlerin; katılımı düşürmeye yönelik tehdit, gözdağı, engelleme gibi tutumlarıyla karşılaşabilmektedir.

Bu nedenle “bu etkinliklere katılmak, ‘suç’ mudur?” sorusunun yanıtlanması gerekmektedir.

1- İŞ BIRAKMA EYLEMLERİ YÖNÜNDEN

a) Belirtmek gerekir ki, Anayasa ile kurulmuş olan meslek örgütlerinin, gerek kendi mesleki alanlarına ilişkin, gerekse üyelerinin yaşadığı/karşı karşıya kaldığı problemlere ilişkin tespitlerde bulunması, talep ve önerilerini oluşturması, bu doğrultuda ilgili Bakan ve Bakanlıklar nezdinde girişimlerde bulunması, görev ve yetkisinin de bir gereğidir. Nitekim 6023 sayılı Türk Tabipler Birliği Yasası gereğince de, meslek örgütü olan tabip odalarının, mesleğin haysiyetini ve meslektaşların hukuk ve menfaatlerini korumak/savunmak görevi bulunmaktadır. Kaldı ki, Türkiye’nin en büyük meslek örgütlerinden biri olan TTB’nin, kendi görev alanına ilişkin faaliyet yürütmesi Anayasamızca da düzenlenmiştir.

İstanbul Tabip Odası da, Anayasamızın 135. maddesine göre kurulmuş, kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütüdür. 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanunu’nun 4. madde düzenlemesinde Tabip Odalarının yapmakla mükellef oldukları görevler sıralanmıştır.

6023 sayılı Yasa’nın 4. maddesine göre;

“a) …meslek geleneklerini muhafaza ve geliştirmeye çalışmak, 

b) Azalarının maddi ve manevi hak ve menfaatlerini korumak…

c) Halkın sağlığını korumaya…İş Kanunu ile sosyal kanunların ve bunlara bağlı nizamname ve talimatname hükümlerinin tatbikatında meslek ve meslektaşların hak ve menfaatlerini korumaya ….çalışmak”

Tabip Odalarının görevleridir. Keza 28. madde düzenlemesine göre de;

“Sanat icrası hakkındaki kanunların ve bunlarla ilgili mevzuatın gereği gibi uygulanmasına yardım etmek”

görevleri bulunmaktadır.

Dolayısıyla hekimlerin meslek örgütü olan İstanbul Tabip Odası,  Anayasa ve 6023 yasanın hükümlerinden de anlaşıldığı üzere, üçlü görevle donatılmıştır. Buna göre; hekimlerin hak ve menfaatlerini korumanın yanı sıra mesleğin onur ve haysiyetini de koruyacak ve halk sağlığının korunması ve geliştirilmesi için de çalışmalar yürütecektir.

b) Ayrıca hekimlerin yaşadığı ve bir bütün olarak sağlık hizmetinde yaşanan problemlerin çözümünü talep etmek, bu konudaki görüşleri açıklamak Anayasamız ile de güvence altına alınan demokratik bir haktır. Üstelik bu hak, ülkemizin taraf olduğu başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, uluslararası sözleşmeler ile de güvence altına alınmıştır.

c) Çok açık ki, yukarıda alıntılar yaptığımız düzenlemeler olmasa dahi, kamu kurumu niteliğindeki bir meslek örgütünün “ücretimiz, iş güvencemiz ve sağlık hakkı” talepleriyle yani üyesi hekimlerin, mesleğin ve halk sağlığının içinde bulunduğu durumu resmetmek, eleştirilerini, çözüm önerilerini ve taleplerini iletmek üzere, açıklamalar yapması, bir baskı grubu oluşturarak, hükümetlerin ya da geniş anlamıyla idarenin icraatlarını etkilemeye çalışma hakkı vardır.

Hatta bu tür etkinlikleri gerçekleştirmek, örgütsel sorumluluğun, yani baskı grubu oluşturarak, “ortak çıkarları koruma” amacının olmazsa olmaz bir gereği ve sonucudur. Aksi halde, örgütlenme hakkının, temel insan hakları kategorisinde düzenlenmesinin de, bir özgürlük olarak güvence altına alınmasının da, bu hakkın İLO’ nun aşağıda aktaracağımız sözleşmeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve pek çok sayıdaki uluslararası sözleşme ile düzenlenmiş olmasının da bir anlamı kalmayacaktır.

Keza demokrasilerde baskı grubu olarak adlandırılan ve bir ülkenin demokratikliği açısından gösterge olarak kabul edilen sendika, meslek odası, demokratik kitle örgütü vb. sivil toplum örgütlerinin kurulmasının bir etki ve değeri kalmayacaktır.

d) Öte yandan bu etkinliklere katılan hekimlerin, bu nedenle disiplin cezası alması da mümkün değildir. Çünkü; ÜLKEMİZİN TARAF OLDUĞU ULUSLARARASI ANLAŞMA HÜKÜMLERİNE GÖRE BİR KAMU GÖREVLİSİNİN, BİR KAMU GÖREVLİLERİ ÖRGÜTÜNE ÜYELİĞİ VEYA BÖYLE BİR ÖRGÜTÜN NORMAL FAALİYETLERİNE KATILMASI NEDENİYLE ALEYHİNDE İŞLEM YAPILMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR. 

Bilindiği gibi, Anayasa’nın “Milletlerarası Anlaşmaları Uygun Bulma” başlıklı 90. maddesinin,  5170 sayılı Yasa ile son fıkra düzenlemesine hüküm eklenmiş ve Yüksek Mahkeme kararları paralelinde, milletlerarası anlaşmaların, normlar hiyerarşisindeki yerine de açıklık getirilmiştir. Buna göre;

“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır.”

O halde uluslararası sözleşmelere aykırı hüküm içeren yasa düzenlemelerinin değil, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, gerekse İLO’ nun 87, 98 ve 151 sayılı  sözleşmelerinin, iç hukukumuzda doğrudan uygulanacağı tartışılmaz açıklıktadır.

Nitekim Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 09.07.1948 tarihli Büyük Genel Konferansında kabul edilen ve 3847 sayılı Uygun Bulma Kanunu ile onaylanarak iç hukukumuzda yerini alan 87 Nolu Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin 3.  maddesinin 2. fıkra düzenlemesine göre;

“Kamu makamları bu hakkı sınırlayacak veya bu hakkın yasaya uygun şekilde kullanılmasına engel olacak nitelikte her türlü müdahaleden sakınmalıdır.”

8. maddenin 2. fıkra düzenlemesine göre de
 “Yasalar, bu sözleşme ile öngörülen güvencelere zarar verecek şekilde uygulanamaz”

Keza 27.06.1978 tarihinde, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün Büyük Genel Konferansında kabul edilen ve 3848 sayılı Uygun Bulma Kanunu ile onaylanarak iç hukukumuzda yerini alan 151 Nolu Kamu Hizmetinde Örgütlenme Hakkının Korunması ve İstihdam Koşullarının Belirlenmesi Yöntemlerine İlişkin Sözleşme’nin, “Örgütlenme Hakkının Korunması” başlıklı 4. madde düzenlemesinin 2. maddesinin b bendine göre de;

“Bir kamu görevlisini, bir kamu görevlileri örgütüne üyeliği veya böyle bir örgütün normal faaliyetlerine katılması nedenleriyle işten çıkarmak veya ona zarar vermek”

sözleşmenin müsaade etmediği haklar kapsamında sayılmıştır.

Görüldüğü üzere bir hekimin İstanbul Tabip Odası tarafından yapılan bir etkinlik nedeniyle ve/veya bu örgütün normal faaliyetine katıldığı için disiplin cezası ile cezalandırılması hukuki dayanaktan yoksundur.

e) Nitekim hatırlanacağı gibi 5 Kasım başta olmak üzere tüm GöREVDEYİZ etkinlikleri çerçevesinde hukuki işlemler yürütülmüş, hatta 5 Kasım sonrasında aralarında Tabip Odası Yönetim Kurulu ile DİSK, KESK, SES, Diş Hekimleri Odası, Eczacılar Odası’nın da yer aldığı, 12 sendika ve meslek örgütü temsilcisi, 85 yönetici hakkında 255 yıl hapis cezası istemiyle dava açılmıştır. Yargılama sonucunda Mahkeme; “ülkemiz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini kabul etmiş ve sözleşme hükümlerinin iç hukukumuza uygulanacağını da kabul etmiştir. Sanıkların eylemlerinin hak arama özgürlüğü içerisinde değerlendirilmesi gerekmiştir. Yine yapılan eylemin sağlık kuruluşlarının taleplerinin; demokratik bir toplumun gereği olan sağlık hakkının ihlali mahiyetinde olduğunu düşündükleri yasal düzenlemelerin yapılmakta olduğundan, buna karşı bir örgütsel uyarı niteliğinde mesleki ve sosyal hakları ile ilgili olarak yapıldığı anlaşılmıştır” gerekçesiyle 85 yönetici hakkında beraat kararı vermiştir.

f) Durum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) kararları açısından da farklı değildir. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) bağlı Yapı-Yol-Sen Sendikası üyesi olan ve KESK tarafından memur maaşlarına yapılan düşük zammı protesto etmek amacıyla 5 Eylül 2002 tarihinde yapılan iş bırakma eylemine katılan Erhan Karaçay’a uyarma disiplin cezası verilir. Bu ceza Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınmıştır. AHİM 27 Mart 2007 tarihinde verdiği karar ile; “ceza, her ne kadar düşük olsa da, kendisi gibi sendikaya üye kişilerin çıkarlarını savunmak amacıyla sendika üyelerinin grev ve eylemlere yasal olarak katılmamasına yönelik caydırıcı bir niteliğe sahiptir” diyerek, uyarma cezasının haksız ve “demokratik toplumda gerekli olmadığı” sonucuna ulaşmıştır.

2- BASIN AÇIKLAMALARI YÖNÜNDEN

Mevzuatımızda “basın açıklaması yapmak/basın açıklamasına katılmak” diye adlandırılabilecek bir suç tipi bulunmamaktadır. Oysa uygulamada basın açıklaması yapmak veya katılmak sanki bir suçmuş gibi değerlendirilmekte ve izinsiz toplantı ve gösteri yürüyüşlerini düzenleyen 2911 sayılı Kanun, bu farazi “suçun” hukuki dayanağı olarak gösterilmektedir. Oysa

a) ‘basın açıklaması’ ile ‘toplantı ve gösteri yürüyüşü’ birbirlerinden farklı etkinliklerdir. 

Anayasa'nın 34. maddesinde "Herkes önceden izin almadan silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir" denilerek, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmanın herkesin sahip olduğu temel haklardan biri olduğu ve önceden izin şartına bağlı olmadığı açıkça belirtilmiştir. Aynı maddenin 2. fıkrasında bu hakkın ancak istisnai durumlarda ve kanunla sınırlanabileceği ifade edilmiştir. Buna göre, bu hak ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak ve sağlığın korunması amacıyla ve bu amaçların gerçekleşmesi için gerekli olduğu ölçüde ve ancak kanunla sınırlandırılabilir. Bu sınırlandırma anayasanın sözüne ve ruhuna aykırı olamaz.

2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nun 3. maddesinde, Anayasa'nın 34/1.maddesindeki hüküm aynen korunmuş ve “Herkes, önceden izin almaksızın, bu Kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” denilmiştir. Zaten aksi de düşünülemezdi. Zira, bir kanunun anayasaya aykırı olması düşünülemez. Dolayısıyla, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemek için, Vali'nin ya da başka bir mülki idare amirinin iznine ihtiyaç yoktur.

b) Keza Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesinde de “Örgütlenme ve toplantı özgürlüğü” hakkı bir arada düzenlenmiştir.

Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi; Sendika, kamu kurumu niteliğinden meslek örgütü, dernek, platform vb. yapıların, eleştirilerini, çözüm önerilerini ve taleplerini iletmek üzere, açıklamalar yaparak/faaliyetler yürüterek bir baskı grubu oluşturarak, hükümetlerin yada geniş anlamıyla idarenin icraatlarını etkilemeye çalışması hem bir hak hem de örgütlenme özgürlüğünün bir gereğidir. Aksi halde, örgütlenme hakkının, temel insan hakları kategorisinde düzenlenmesinin de, bir özgürlük olarak güvence altına alınmasının da, bu hakkın İLO sözleşmeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve pek çok sayıdaki uluslararası sözleşme ile düzenlenmiş olmasının da bir anlamı kalmayacaktır. Keza demokrasilerde baskı grubu olarak adlandırılan ve bir ülkenin demokratikliği açısından gösterge olarak kabul edilen sendika, meslek odası, uzmanlık derneği vb. demokratik kitle örgütlerinin kurulmasının bir etki ve değeri kalmayacak, bu tür örgütler kağıt üzerinde yaşayan etkisiz ve işlevsiz örgütler olacaklardır. Çok açık ki, örgütlenme özgürlüğü sadece bir araya gelmeyi, aynı çatı altında toplanmayı değil, “çıkarlarını korumak için” bir baskı grubu oluşturmayı da kapsar ve dahası gerekli kılar.  

Belirtmek gerekir ki, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının olmadığı yerde, hem ifade özgürlüğünün hem de örgütlenme özgürlüğünün bir ayağı topal olacaktır. Çok açık ki, ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede, örgütlenme özgürlüğünün de gereği kullanılabilmesi mümkün değildir.

c) Kaldı ki, tüzel kişiliğe sahip olma, sendika, meslek odası vb olmak bir yana, Anayasa göre tek tek kişilerin dahi, düşünce ve kanaatlerini açıklama ve yayma hakkı vardır. Nitekim Anayasanın DÜŞÜNCEYİ AÇIKLAMA VE YAYMA HÜRRİYETİ başlıklı 26. maddesinde açıkça, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.” düzenlemesi yer almaktadır.

d) Öte yandan ülkemizde, 2911 sayılı yasa, mevcut uygulamaları benimsemeyen ve eleştiren, kişi ve kurumlara yönelik uygulanmaktadır. Oysa eleştiri hakkı, düşünceyi ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bu noktada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Handyside & İngiltere kararını kısaca hatırlatmak gerekir. Mahkeme; “düşünceyi açıklama özgürlüğü demokratik toplumun başlıca temel taşlarından, kişinin ilerleyip gelişmesinin asal koşullarından birini teşkil eder....Bu özgürlük sadece itibar gören veya zararsız yahut önemsiz sayılan haberler yada fikirler bakımından değil, aynı zamanda devlet yahut halkın bir bölümü için aykırı, kural dışı, şaşırtıcı veya endişe verici cinsten olanlar için de geçerlidir....Demokratik toplumun vazgeçemeyeceği çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin gereği budur” demek suretiyle, ifade özgürlüğü alanının çerçevesini de çizmiştir.

Dolayısıyla ifade özgürlüğü hakkı, sadece bu ülkeyi yönetenlere, Onlar gibi düşünenlere tanınmış bir hak değildir.

e) Günümüzde, 2911 sayılı Yasanın ihlali nedeniyle davalar nadir olarak açılmakta ve/veya dava açılsa bile beraat kararı ile sonuçlanmaktadır.

3- SONUÇ OLARAK;

Yukarıda ayrıntılı olarak aktardığımız gibi, meslek örgütü tarafından yapılan etkinliklere katılmak, hukuka aykırı olmadığı gibi “suç” da değildir.

Zaten belirttiğimiz gibi bu çerçevede verilen disiplin cezaları yargıdan dönmekte ve sağlık çalışanları aleyhine açılan davaların tamamı beraat kararı ile sonuçlanmaktadır.

Ancak yetkililer kimi zaman, meslek örgütü ve sendikalarının çağrılarına uyarak etkinliklere katılan/katılacak bütün sağlık çalışanlarına mesaj ve gözdağı vermek saikiyle hareket etmekte ve kimi durumda genelge yayımlayarak, kimi durumda baskın kontroller yaparak, kimi durumda disiplin soruşturmaları açarak, yetkilerini kötüye kullanabilmektedir. Bu nedenle de şayet bir ihlalden söz edilecekse, bu olsa olsa idarecilerin ihlali olabilir. 

26.06.2009
Hukuk Bürosu


Bu HABERİ Paylaş!