Hekim Forumu/ EYLÜL - EKİM 1999 - Cilt:17 / Sayı: 135


  • Haziran 13, 2011
  • 5204

YÖNETİM KURULU�NDAN
Bilim... Örgütlenme... Dayanışma...

Sürekli sarsılıyoruz... Deprem, gündemimizin hep ön sırasında yer alıyor... 17 Ağustos Marmara depreminin ardından gönüllü üyelerimizin özverili çabalarıyla deprem bölgesindeki çalışmalara katkıda bulunmaya devam ediyoruz. Öte yandan bilim çevrelerinin uyarılarını dikkate alarak olası yeni doğal afetler için hazırlık yapmanın yaşamsal önemini sürekli gündemimizde tuttuk.
Bu amaçla, bir afet durumunda İstanbul�un gerçekçi ve uygulanabilir sağlık hizmet planına sahip olması için hazırladığımız ve Valilik, Sağlık Müdürlüğü, TBMM Deprem Komisyonu�na ilettiğimiz görüşleri elinizdeki dergide okuyacaksınız. Aynı zamanda ilimizdeki sağlık kuruluşlarının depreme dayanıklılık yönünden öncelikle gözden geçirilmesi için İl Sağlık Müdürlüğü�ne başvuru yaptık. Kamu yöneticilerinin bu konudaki ataletinin düşündürücü boyutta olduğunu sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Bu durumda, bir yandan uyarı görevimizi sürdürürken, hep beraber bir hazırlık yapmak zorunda olduğumuzu görüyoruz. Yönetim Kurulumuz, depremlere hazırlık çalışmaları için sürekli bir çalışma grubu oluşturmayı kararlaştırmıştır.
Bu çalışma grubumuz; hedeflerini şöyle belirledi:
1- Deprem ve doğal afetlere hazırlık amacıyla acil yardım konusunda üyelerimizin eğitilmesi,
2- Halkın ilkyardım eğitimi amacıyla eğitici hekimlerin kurslara alınması,
3- Deprem ve doğal afetler öncesi hazırlıklar, afet sırasında davranışlar konusunda hekimler ve sağlık kuruluşları için bir rehber hazırlanması,
4- Doğal afet sırasında Oda�ya başvuran gönüllü hekimlerin sağlık hizmeti için organize edilmesi,
5- Deprem bölgesindeki hekimler ve sağlık çalışanlarının sorunlarını çözmek için hazırlık yapılması,
6- Bu amaçla uzmanlık dernekleri ve diğer kuruluşlarla işbirliği.

Yaşadığımız doğal afetler, bilime ne kadar az önem verdiğimizi gösteriyor. Deprembilimciler, mimarlar, inşaat mühendisleri ve jeologların yıllardır söylediklerine kulaklarını tıkamış bir ülke, ancak felaket anında onları dinliyor. Meslek odalarının önerilerini ve uyarılarını ısrarla gözardı eden kamu yöneticileri, belediyeler birden sivil toplum örgütlerini keşfediyorlar.

Endişemiz, olağan koşullara dönüldüğünde geleneksel davranışların sürdürülmesidir.
Üzerinde yaşadığımız ülkenin doğasının beklenen davranışları karşısında bu kadar büyük kayıplar yaşanmasının bir başka nedeni de devletin sosyal niteliğinin güdükleştirilmesidir. Olağan durumlarda bile sağlık hizmetleri, altyapı ve barınma hizmetlerini vermek konusunda �küçültülmüş� devletin, bir doğal afet sırasında acil koşullarda başarılı olması beklenemez.

Bu bakımdan değerlendirildiğinde doğal afetlerden kaçınmanın mümkün olmadığı ama sosyal afetlerin önlenebileceğini söyleyebiliriz.

Odamızın evsahipliği yaptığı Marmara Bölgesi Tabip Odaları Toplantısı 13 Kasım Cumartesi günü gerçekleşti; gündemi yine deprem belirledi. Toplantıya Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, Kırklareli ve Tekirdağ Tabip Odalarının temsilcileri katıldı. Sakarya ve Kocaeli temsilcileri Düzce depremi nedeniyle afet bölgesinde oldukları için katılamadı. Toplantıda Marmara ve Düzce depremi sonrasında yürütülen çalışmalar gözden geçirildi. Yeni doğal afetler karşısında hazırlıklar ele alındı. Alınan kararların özeti şöyle:
1- Marmara Bölgesi�ndeki başta hastaneler olmak üzere tüm sağlık kurumlarının binalarının teknik testler kullanılarak depreme dayanıklılık yönünden öncelikle gözden geçirilmesi için Sağlık Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı ve Valiliklerin uyarılmasına ve daha önce yapılan başvuruların yinelenmesi,
2- Marmara Bölgesi illerinde valiliklerce hazırlanan afet planlarının sağlık hizmetleri ile ilgili kısımlarının tabip odalarınca değerlendirilerek zenginleştirilmesi için Valilikler ve İçişleri Bakanlığı nezdinde girişimde bulunulması,
3- Doğal afetler sırasında acil tıp hizmetlerinin en geniş kapsamda yürütülmesi için bölgedeki hekimlerin hızla acil yardım kurslarından geçirilmesi,
4- Marmara Bölgesi�ndeki yurttaşlarımıza ilkyardım eğitimi vermek üzere çok sayıda hekimin hızla standart bir eğitimden geçirilmesi için kurslar düzenlenmesi,
5- Halkın ve hekimlerin doğal afetler sırasında doğru bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi amacıyla bilimsel ve pratik bir rehber broşür hazırlanması.
Depremin, büyük can ve mal kaybı ile ülke ekonomisine verdiği zararların yanında, ruhsal çöküntüye neden olduğu da ortada. Hekimler olarak bu durumu aşmak için her zamankinden daha fazla organize olmaya, kendimizi ve halkı eğitmeye, her zamankinden çok daha fazla dayanışma içinde hareket etmeye mecburuz.
Bu nedenle bütün üyelerimizi meslek örgütüne daha fazla ilgi göstermeye davet ediyoruz.

Atatürkçü Düşünce Derneği�nin Bağcılar Şubesi�nin basılarak doktor arkadaşımız Cengiz Demirkürek�in babası Şükrü Demirkürek�in hunharca öldürülmesini nefretle kınıyoruz.

 


TEMSİLCİLER KURULU�NDAN

Nusret Hocamızı andık
3 Kasım 1990 günü aramızdan ayrılan TTB Merkez Konseyi Başkanlarından, Toplum Hekimliği ve Koruyucu Hekimlik anlayışının Türkiye�de yerleşmesine öncülük eden, yetiştirdiği hekimlerle bunun yurt sathına yayılıp gelişmesini sağlayan Hocamız Prof. Dr. Nusret Fişek ölümünün 9. yılında Temsilciler Kurulu�nda anıldı.

Ekim ayı Temsilciler Kurulu toplantısının gündem maddesi Marmara depremi ile ilgili çalışmalar oldu. Deprem bölgesine İstanbul�dan gönderilen hekimlerin sorunları, �İstanbul depremine hazırlık� konusunda üyeler görüşlerini açıkladı. Daha sonra Kızılay polikliniklerinin durumu gündeme alındı. Söz alan üyeler Kızılay�ın doğal afetlerde yetersiz kalırken teşhis ve tedaviye soyunması, vergiden muaf olmanın avantajını kullanıp düşük ücret uygulamasıyla haksız rekabete yol açmasını eleştirdiler. Bazı üyeler ise Kızılay polikliniklerinden hizmet alan yurttaşların memnuniyetinin gözardı edilmemesi ve bu konuda Kızılay dispanserlerinde çalışan hekimlerin görüşlerinin de alınması gerektiğini belirttiler. Bu amaçla bir rapor hazırlanması kararlaştırıldı.
Sağlık Bakanlığı�nın çıkardığı yönetmelik değişikliğinin ardından doçent ve profesör olan uzmanları sınavsız olarak şef veya şef yardımcılığı kadrolarına ataması diğer bir gündem maddesi oldu. Söz alan tüm üyeler uygulamaya karşı çıktılar. Bu konuda Danıştay�ın verdiği yürütmeyi durdurma kararının ardından yapılmış atamaların iptali için çaba gösterilmesi önerildi. Yönetim Kurulu, iptal davası açacak uzman hekimlerin başvuru yapmaları için çağrıda bulundu. Bu konudaki tartışmaların esasını ise yönetmelik değişikliğinin ardından atanmak üzere Sağlık Bakanlığı�na başvuran üyelerin durumu oluşturdu. Bazı Temsilciler Kurulu üyeleri bu kişilerin kınanmasını istediler. Yönetim Kurulu, sınavsız olarak atanan üyelere bir mektup göndererek Oda�nın yaklaşımını anlatmayı kararlaştırdıklarını açıkladı.
Kasım ayı Temsilciler Kurulu toplantısı Prof. Dr. Nusret Fişek�in ölümünün 9. yılında anılması ile başladı. Dr. Kürşat Yıldız ve Dr. Mustafa Sülkü�nün konuşmalarının ardından gündeme geçildi. Eğitim hastanelerinde vardiyalı çalışma konusunda �Kamu Hastaneleri Komisyonu�raporunu Dr. Osman Öztürk sundu. 3 haftalık uygulamanın istenen hedefe ulaşmaktan uzak olduğunu belirten Dr. Öztürk, bu konuda dava açılmasını önerdi. Daha sonra Marmara depreminden ağır zarar gören hekimlerle ilgili dayanışma kampanyasına Temsilciler Kurulu üyelerinin destek vermeleri istendi. Hekimler, 1004181-4 numaralı Yapı ve Kredi Bankası (Kocamustafapaşa Şubesi) hesabına para yatırabilir.

 


HEKİM FORUMU�NDAN

Deprem gündeminden kurtulabilecek miyiz? Bu aslında bize değil, depreme bağlı. Deprem herşeyi öyle kuvvetle sarstı ki, bir önceki sayımızdaki �sıcak�gündemlerin hepsini, sosyal güvenlik reformunu, tahkimi de yıktı geçti. Bir yandan da yeni depremler bekliyoruz. Dergiyi hazırladığımız süre içinde Düzce depremiyle bir ikinci yıkım daha yaşadık bile. Bunun son olmasını umuyoruz belki. Ama ümit etmek de yetmiyor ve gücümüz yettiğince hazırlıklı olmamız gerekiyor.
Deprem dosyamızda Marmara depreminde biriken tecrübeden, birkaç sayfa oluşturmaya çalıştık. Elbette tüm tecrübelerin aktarımında olduğu gibi bu �donmuş�sözcükler çoğu insan için birşey ifade etmeyebilir. Yine de tarihin bu en hareketli dönemlerinden birine bazı notlar düşmeliyiz diye düşündük.

İstanbul Tabip Odası çevresinde örgütlenen hekimler de dahil olmak üzere çeşitli grup ve örgütlerde olağanüstü durumlarda sağlık hizmetlerinin verilmesi ve organizasyonu ile ilgilenen sağlıkçıların ileriye dönük çalışmaları ve işbirliği çabalarını önümüzdeki sayılarda yansıtmaya devam edeceğiz. �İstanbul, doğal afetlere hazır mı?�yazımız, bunun ilk adımlarından birini oluşturuyor.

Depremin sarsamadığı bölümlerimizden birini, demokratik kitle örgütleri tartışması oluşturuyor. Tanıl Bora ve Şükrü Hatun�un yazılarıyla zenginleşen �Forum Dosyası�tartışmalarımız katkı düzeyinize bağlı olarak sürecek.

Son bir söz 70. yıl kutlamalarımız için. �Tozlu Sayfalar�da tıpkı basımını göreceğiniz kararla tam 70 yıl önce kurulan İstanbul TabipOdası, deprem çalışmalarında da görüldüğü gibi, İstanbullu hekimlerin en büyük ve kapsayıcı çatısı olmayı başarmış görünüyor. Doğrusunu isterseniz biz; böyle bir başarıdan söz edilecekse bunun, Oda yönetimine ya da aktivistlere değil, örgütünü sürüklemeyi başaran, Oda�yı kendine ait olarak gören üyelerine maledilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Hekim Forumu olarak bir de küçük sitemimiz var. E-posta servisleri kadar olamasak da, biz de biraz �interaktif�olabilir miyiz? Bunu da sizden bekliyoruz.

 


DOSYA: DEPREM

Marmara depremi bize bazı klişeleşmiş kavramların yeni anlamlarını öğretti. Bunların arasında yıkım, kâbus, başıbozukluk, kaos vb. olduğu gibi; gönüllülük, dayanışma, insiyatif, fedakârlık gibi kavramlar da var. Sağlık alanı özelinde bu deprem sadece sistemin felaketlere karşı hazırlıksızlığını değil, normal zamanda rutin işleyişini nasıl gerçek ihtiyaçlardan uzak bir anlayışla kurduğunu da gösterdi.
Hastaneleri sağlık hizmetlerinin verildiği tek yer olarak görmeye alışmış olan sistem, sağlık ocakları örgütlenmesini olağanüstü duruma göre hızla yeniden organize etmeyi aklına bile getirmedi. Acil hizmetlerin ne halde olduğunu söylemeye ise gerek yok.
Hekimlerin ve sağlıkçıların ilk tepkisinin en kısa zamanda birşeyler yapabilecekleri bir yere koşmak olması bizim için sadece övünülecek bir olgu olmamalı. Evet, örgütlü olmalıydık, daha hızlı ve hazırlıklı olmalıydık. Bunlar tartışmasız doğrular. Ama bu örgütsüz ve dağınık, ama durumun aciliyetinin ve kendilerine olan ihtiyacın farkında insanlar, bu tür durumlarda en önemli şeyin gönüllü olmak, hızlı hareket etmek ve doğru bildiğini yapmak olduğunu da göstermiş oldular. Çok hata yapılmış da olsa, taş yerinde ağırdı. Hekimler acillerde ya da kendi insiyatifleriyle oluşturdukları sağlık ocağı benzeri sağlık birimlerinde gece-gündüz demeden yaralı bakımından aşılamaya kadar görevleriniyaptılar. Ne kadar büyük örgütlenmeler ve hazırlıklar yaparsak yapalım, bundan sonraki ilk benzer durumda da benzer şeyler, benzer şekilde yaşanacak kuşkusuz.
�Anıtpark�ın hikâyesi�nde anlatıldığı gibi bu birimlerin sağlık ocaklarına dönüşerek bırakılması bu açılardan büyük önem taşıyor bizce.
Dosyamızda, ulaşabildiğimiz kimi tanıklıkları ve değerlendirmeleri de bulacaksınız. Bir daha böyle bir felaketi yaşamamayı sadece dilemek yetseydi... Keşke!

Acil�den İstanbul Tabip Odası Sağlık Merkezi�ne ve Gölcük Merkez Sağlık Ocağı�na...  Anıtpark�ın hikâyesi
Dr. Ümit ŞAHİN
Gölcük Merkez�deki Anıtpark sağlık birimi 18 Ağustos Çarşamba akşamı bir grup İzmirli hekim ve sağlıkçı tarafından garnizondan alınan birkaç masa üzerinde ve çevreye üzerinde kırmızı boyayla �ACİL�yazılı bezler asılarak kuruldu(*). Burası Gölcük�ün kent merkezinde garnizonun karşısında bulunan ve Atatürk anıtının da yer aldığı merkez parktı. O sırada çevresi enkazlarla, içi de bu enkazlardan kurtulan insanların yaşamaya çalıştığı derme çatma çadırlarla doluydu. Aynı akşam İstanbul Tabip Odası�ndan toplam 18 kişilik iki ekip de Gölcük Merkez�e 5 km uzaklıkta bulunan Halıdere beldesinde ve Çınarcık�ta birer sağlık birimi oluşturuyorlardı.
Benim de içlerinde olduğum bir başka grup da aynı akşam Gölcük�teydi. Biz bölgeye her yeni gelen gibi kriz masasına uğramış, orada birkaç saat kaybettikten sonra o zamanki sağlık grup başkanının yönlendir(eme)mesi sonucu devlet hastanesine gitmiştik. Devlet Hastanesi (tüme yakını gönüllü)hekim, sağlık personeli ve ambulans kaynıyordu. Sağlık Bakanlığı�nın �devlet hastaneleri duruma hakim�ütopyasının görüntüsüydü bu. Gerçek �kent� ise atom bombası atılmış gibi enkaz, insan, yaralı, ölü ve kargaşa doluydu. O zaman bu olağanüstü durumdan çıkaracağımız binlerce dersten ilkini almıştık. İleri derecede konfüzyonlu bir hasta, kendi sağlığı için nelerin gerektiği, neyi nasıl yapması gerektiği konusunda nasıl bilinçsiz ve iradesizse, felaket durumunun kargaşasını yaşayan bir yerin yetkilileri de (kaymakamdan başhekime, belediye başkanından sağlık grup başkanına kadar)aynı ölçüde bilinçsiz ve iradesiz oluyorlardı. Aynı gece Değirmendere ve Karamürsel�e de uğrayıp İstanbul�a döndük.
Ertesi gün boyunca İstanbul Tabip Odası�nda genel organizasyonla uğraştıktan sonra Cuma günü bir başka ekiple (3 hekim, 2 hemşire)Gölcük Merkez�e ulaştık ve Anıtpark�ta o sırada çoğunluğu İstanbul�dan gelen gönüllülerin katılımıyla hekim sayısı 11�e, sağlık personeli sayısı 6�ya ulaşmış olan �Anıtpark Acil�e katıldık. Ertesi gün de organizasyonu günlerdir uyumadan çalışan meslektaşlarımızdan devralarak hem sağlık hizmeti vermeyi sürdürdük, hem de İstanbul�dan hekim akışını sağlayarak ve mekanı daha kullanışlı hale getirmeye çalışarak burayı kalıcı bir sağlık merkezine dönüştürmeye başladık.
İstanbul Tabip Odası�nın Gölcük Anıtpark Sağlık Merkezi�nde ilk günlerde binlerle ifade edilen günlük hasta ve yaralı poliklinik sayısı sonraki haftalarda düşmekle birlikte hiçbir zaman 300-400�ün altına inmedi. Binlerce kişiye tetanoz aşısı yapıldı. Buraya getirilen devasa boyutlardaki sağlık malzemesi ve ilaç İstanbul Eczacı Odası adına gelen gönüllü eczacıların günler geceler süren çabalarıyla tasnif edildi ve kullanıldı. Yine bize bırakılan bir seyyar tuvalet, cadde kenarındaki kanalizasyon rögarlarından birine bir mühendis arkadaşımızın yardımıyla monte ettirildi. (Bu, hâlâ Merkez�deki tek umumi tuvalettir.) Anıtpark�ın hikâyesi anlatmakla bitecek gibi değil elbette...
Bölgedeki sağlık hizmeti -zorunlu- sunumu ve -zorunlu- yönetiminde birkaç temel yaklaşıma sahiptik:
1- İlk 2-3 gün acil hizmetler ağırlıkta olsa da, sonraki günler Temel Sağlık Hizmetleri esastır. Sağlık hizmeti yerinde, anında, gerekirse gezici ekiplerle verilir.
2- Gönüllülük esastır.
3- Çevre Sağlığı hizmetleri, hiç olmazsa eğitimi verilmelidir.
4- Bölgede çalışan tüm sağlık ekipleri koordine çalışmalıdır.
5- Nihai olarak bölgenin yerel sağlık örgütlenmesi sağlık ocakları bazında canlandırılmalıdır.
Bu ilkeleri bölgenin kaotik imkanları dahilinde uygulamaya çalıştık. Araç bulduğumuz ölçüde gezici sağlık hizmetlerine çıktık. Askeri hastane ve yabancıların kurduğu seyyar hastaneler de dahil olmak üzere çevredeki hastanelere sevkler yaptık. Anıtpark�ı ve diğer yürüttüğümüz ya da desteklediğimiz sağlık merkezlerini TTB�nin sonraki günlerde Devlet Hastanesi bahçesinde kurduğu Koordinasyon Merkezi�ne entegre ettik. Bölgeye her gün düzenli servislerle hekim gönderdik, Saraylı köyündeki çadırkentte kurulu sağlık birimini yürütmeye çalıştık. Hem kendi birimlerimize hem de bölgedeki ayaktaki sağlık ocaklarına (Bahçecik, Değirmendere gibi) hekim desteği yaptık, aralarındaki ve kendi aramızdaki koordinasyonu sağlamaya çalıştık.
Bölgedeki sağlık hizmetleri sunumundan çekilirken (bu da birden değil tedricen oldu)önce Çınarcık�taki birimimiz kapatıldı, ardından Halıdere�deki sağlık birimini zaten ilk günlerden beri birlikte çalıştığımız ve binası hasarlı olan Halıdere Sağlık Ocağı�na tamamen devredildi. Şu anda bölgedeki ocaklara Sağlık Bakanlığı geçici görevlendirmeyle sağlık personeli hekim ve sağlık personeli yolluyor. Geçenlerdeki son gidişimde buraya yeni atanan bir hekim göreve başlamak üzereydi.
Gölcük kent merkezinde bulunan �Merkez Sağlık Ocağı�ise tamamen yıkılmıştı. Buranın personeli Verem Savaş Dispanseri�in iki odasında sadece �oturabiliyorlardı�. Biz bölgeden ayrılırken mekânsal olarak ikisi büyük olmak üzere beş çadır ve üç konteynerden oluşan Anıtpark Sağlık Merkezi�ni çoğu araç gereciyle birlikte sağlık grup başkanlığına devrettik.
Anıtpark�taki sağlık merkezi şu anda �Merkez Sağlık Ocağı� olarak hizmet veriyor.
(*) Dr. İlker Alat, Dr. Tahir Yağdı, Dr. Erman Pektok (Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Uzmanları); Dr. Serhan Yağdı (Pratisyen Hekim) ve Sağlık Memuru İsmail Çakır.

Doğal afetler sonucu artan kan ihtiyacı ve kan bankalarının durumu
Dr. Erhun MERDANOĞULLARI
17Ağustos 1999 tarihi ve kan bankalarında yaşadıklarımız... Olay tarihinin sabahından başlamak üzere kan merkezlerine büyük bir donör akımı olmuştur. Sadece kan merkezlerine değil, sağlık kuruluşlarının bir çoğuna da (belediye poliklinikleri, otel ve fabrika revirleri vb.)bağış için başvurular olmuş, kan torbası temin edenler kan alma işlemine girişmişlerdir. (Bunu bir kaç gün sonra kan merkezimize topluca kan bağışlamak isteyen sağlık kuruluşlarının varlığından tesbit ettik.)Medyamız da kan bağışı olayını bilinçsizce abartmış ve insanlarımızın kan merkezlerine gidişini arttırmış, kan merkezi çalışanlarını donörlerle karşı karşıya getirmiştir. İnsanımız haklı olarak ilgi istemiş, hemen kan verip işinin başına dönmek istemiştir. Donörlere stokların dolduğu ve daha sonraki günlerde gelmeleri söylendiğinde bu öneriyi pek de hoş karşılamamışlardır. Pek çok sağlık kuruluşu da ilk kez kan aldığından, bilgi yetersizliği nedeniyle, alınan kanların kullanılması mümkün olmamış ve imha edilmiştir. Hızlı kan trafiği seroloji ve etiketleme hatalarını birlikte getirmiştir. Tek torbaya alınan kanların plazmasını ayırmak dahi mümkün olmadığından hastaların plazma ihtiyacını karşılamak için yeni donör aramak zorunda kalınmıştır. Bilindiği ve yaşadığımız olayların bize hatırlattığı gibi bu tür afetlerde oluşabilecek hastalık tabloları bellidir. Tam kan ile başlayan klinik ihtiyaç listesi kısa sürede yerini ürünlere bırakır. En önemli konu ise akut safha atlatıldığında klinikte tedavileri devam eden (sıklıkla da diyaliz servislerinde)hastaların (ilk günlerdeki donör akını bittiğinden ve hasta yakınları da mağdur durumda olup kan bulamadıklarından)kan ihtiyaçlarını karşılamak hayli güçleşir. Sonuç, ihtiyacı olana kan ulaştırılamazken, kan merkezlerinde stok fazlaları ve hatalı kan almalar nedeniyle imha edilen kan miktarında artış, gereksiz yere harcanan insan gücü.
NELER YAPILABİLİR(Dİ) VE HANGİ KURUMLAR GÖREV ALMALI(YDI)?
Konunun muhatabı kurumlar:Sağlık Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, sivil toplum örgütleri, Kızılay, kan merkezleri, basın,medikal firmalar.
Ulusal Kan Hizmetleri Komitesi: (Kan Ürünleri Bilimsel Komisyonu / Kan Merkezleri Bilimsel Komisyonu)Yukarıda adı geçen kurumlardan gelen kişilerden oluşur. Bu komite, kan ile ilgili tüm kurumların üstündedir ve ülke kan politikasını belirler.
Bugün ülkemizde olağan dışı durumlarda kan bankalarının ulusal kan politikasının olduğunu zannetmiyorum... İvedilikle �Kan ve Kan Ürünleri Yönetmeliği�çıkarılmalı ve bu yönetmelikte her konu soru işareti bırakmayacak şekilde detaylandırılmalıdır. Bu yönetmelikte olağan dışı durumlar (doğal afetler,savaşlar, büyük toplumsal hareketler vs.)için hazırlanmış planlar yer almalıdır. Sonuç olarak kan bankacılığı için (olağan dışı durumlar ve güncel kan bankacılığı için)kısa ve uzun vadeli planlar yapmak şarttır. Bu planlar bir an önce yönetmelikle uygulayıcılara iletilmeli, başı boşluk ortadan kaldırılmalıdır.

DEPREM / TANIKLIKLAR
�ÇIKIP GELDİK� DİYORLARDI
Leyla KOÇ (İstanbul Lepra Hastanesi Hemşiresi):
Depremden kısa süre sonra gittiğim Değirmendere�de karşılaştığım örgütlü, örgütsüz bir çok sağlık çalışanı; �çıkıp geldik� diyorlardı. Olası yasal sorunları ve sonuçları düşünmeden. Evet düşünemezlerdi. Çünkü biliyorlardı ki bizlere orada çok ihtiyaç vardı. Çok geçmeden yetkililerin açıklamaları orada bulunan (gönüllü)sağlık emekçilerini tedirgin etmişti.
Depremin 2. günü bölgeye gelen ve 13 gün boyunca hiç dinlenmeden çalışan doktor arkadaşımız Yalçın�a işyerinden derhal geri dönmesi için acil mesaj geldi. Arkadaşımız Ankara�ya gitti. Sonra bir daha ne amaçla olursa olsun,afet bölgesine gitmesinin yasaklandığını öğrendik. Üstelik bir de hakkında soruşturma açılmış.
Gönüllü sağlıkçıların burada bulunması, yetkililerin açıklamalarının tersini ortaya koyuyor ve ciddi bir ihtiyaç olduğunu gösteriyordu.
Değirmendere�de birçok sağlık emekçisiyle karşılaştım. Kimisi Amasya�dan, kimi İzmir�den, Ankara�dan, Denizli�den gelmişti. Daha önce birbirini hiç tanımayan bu insanların sağlık alanında gösterdikleri �dayanışma� ruhu çok geçmeden, yerini derin dostluklara bıraktı.
Yaptığımız ziyaretlerden birinde bir kadın dikkatimi çekti. Verilen malzemeler kucağında boş gözlerle çevreye bakınıp duruyordu. Yanına gidip �geçmiş olsun� dedim. Çok kısık bir sesle �sağol� dedi. Yüzünde çaresizlik ve derin bir acının ifadesi vardı. Yanındakiler, 9 ve 12 yaşlarında iki kız çocuğunu ve evini denizin nasıl yuttuğunu anlattılar. Daha sonra o kadını sık sık ziyarete gittim. Hiç ağlamıyordu. Bir keresinde ne olduğunu anlattı:�Sudan nefret ediyorum, yüzümü saçımı yıkayamıyorum. O gece suyla uyandım. Çocukların ikisi de koltuğumun altındaydı. Ama ne olduysa o su birden çocuklarımın ikisini de elimden sıyırıp aldı.� dedi. Yüreğim burkularak oradan ayrıldım. Diyecek hiçbir şeyim yoktu.
Her zaman yaşamı getirdiğini söylediğimiz su, bu kez yaşamları alıp götürmüştü.

�BEN DE ORADAYDIM� DEMEK İÇİN...
Prof. Dr. Türkan SAYLAN:...
Bu karmaşada benim dikkatimi bir başka şey çekti. Yollara koyulmuş, lüks arabalarına konmuş, birkaç paket giysi, yiyecek almış insanların bir kısmı, �diğerleri gibi ben de gittim� demek için, bunun bir çeşit �in� olmasından payını almış olmak için oralara koşturuyordu sanki.
İçimdeki bu olumsuz duyguyu yok etmeye, bastırmaya ve kendime kızmaya başladığım sırada, içime doğan bu olumsuzlukların, yabana atılmayacak kadar çok olduğunu öğrendim. Bunları bilmemizin, kendimizi düzeltme açısından büyük önemi var.
Depremzedelerle konuşurken öğrendiğim bu olumsuzlukları sizlerle paylaşmak istiyorum. Çok aklı başında, kocası göçük altından çıkarılmış, evi yıkılmış, çadırkentlerden birinde yaşayan bir öğretmen anlatıyordu:
�Ankara�dan kayıplara yardım getirmiş bir grup geldi bizim oraya. Etrafı gezdirdik. O sırada wc�mizi de gördüler. Prefabrike ve tertemizdi. �Ay kardeş� dedi, başlarındaki �bunların tuvaletleri bile var!� Hepimiz şaşırmıştık. �Depremzedeysek illa da iki taşın arasına mı yapmalıyız?�demek zorunda kaldık...�
�Yine benzer gruplardan birini gezdirirken de, derli toplu giyinmiş, saçları taralı bir başka depremzede hanıma bakan gezginler �Ayol, sen çok şık giyinmişsin, hiç depremzedeye benzemiyorsun� demezler mi!�
Birçok depremzede ise aynı öyküyü yineliyor. Bir lüks araba duruyor, içinden süslü bir kadın çıkıyor, önüne gelen birkaç çocuğu çeviriyor, elindeki paketten birkaç şeker verirken, kocası da onların fotoğrafını çekiyor, sonra arabalarına binip gidiyorlar...
Evet dostlar, bunca acıların, yıkıntıların arasından bir de �deprem turizmi�doğdu sanki. �Ben de oradaydım� demek için, şeker verirken çekilen fotoğrafları, depremzedeleri hırpani ve tarlayı wc olarak kullanması gereken yaratıklar gibi algılayan garip insanlar.
Neyleyelim, bunlar da bizlerin bir parçası.

TAM ANLAMIYLA KAOS
Haluk BİNGÖL (Bilgisayar Müh.):
Eşim İstanbul�da bir üniversite hastanesinde nörolog. 17 Ağustos akşamı eve geldi, durumu anlattı, tekrar hastaneye gitti. Ben de işe yarar mıyım diye düşünerek onunla gittim.
Hastane acil servisi tam anlamı ile kaostu. Bu işe hazırlıklı olmadığı benim gibi işten anlamayanlar için bile barizdi. Ambulansların biri geliyor, biri gidiyordu.
Acil servisin olduğu bina yeni yapılmıştı. Bu kargaşada fark ettim ki planı bu iş için uygun değildi. Acil servise girişin merdivenli olduğunu, acil girişine hastanenin giriş holünden girildiği gibi ayrıntıları ilk defa fark ettim. Hastalar sedye ile acilin girişindeki hole alınıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse içerdeki doktor sayısı gereğinden biraz fazlaydı. Bir doktor bir hastanın yanına geliyor, arkasından dört, beş tane daha geliyor. Birşeyler konuşuluyor, hasta orada, durum bir sonuca bağlanmadan bırakılıyor, bir başkasına geçiliyordu. Bu senaryo tekrar tekrar oynanıyor. İlkbaşta fena değil diye düşünüyor insan. Biraz ilerleyince aslında ne yaptıklarının farkında olmadıkları, aynı hastayı bir kere daha aynı şekilde kontrol ettiklerini görebiliyordunuz. Durum çok kötüydü. Acil girişini organize etmek gerekiyordu. Bu işi yapabilmek için orada SÖZÜGEÇENBİRİ olmak gerekiyor. Eşim bu görevi üstlendi. Ben sağa sola gidip ne yapılması gerektiğini bulmaya çalıştım. Eşim de çözümleri uygulamaya koydu. İlk iş olarak acil girişini bize bırakın demiş olduk. Acil takımı acil bölümüne geri döndü. İki saatlik bir uğraş sonunda dört kişilik nörolog ekibi acil girişi kontrol altına alındı. Acil ekibi de rahat bir nefes aldı. Durumun olağanüstü olduğu tartışma götürmezdi. İnsan bu durumda, özellikle ilk gecede, bütün bölümlerin en üst düzeyde temsil edilmesini bekliyor ama benim gördüğüm maalesef öyle değildi.

UNUTTUNUZ MU BEYLER, BİZ DEVLETİ KÜÇÜLTMÜŞTÜK!
Dr. Erdinç ÜNAL:
17 Ağustos depremiyle bir felaketi yaşadık. Felaketin boyutlarını arttıran ise devletin müdahaledeki yetersizliği oldu. Devlet aygıtı hızlı, organize ve hacimli aygıtlarıyla harekete geçemedi. Bu yetersizliği �halkın duygularına tercüman� olarak dillendirenler arasında medyanın önemli bir kesimi vardı ki; yüklendikleri misyonun tüm şablonları özelleştirme ve devleti küçültmeye işaret ediyordu. Beyin yıkama faaliyetlerini kitle iletişim araçlarıyla sürdüren bu ekip, hakim konumlarından yararlanarak herkesten önce devleti fırçalamaya başladı. Değerlendirmeleri temel olarak �Nerede bu devlet?� terennümü çerçevesindeydi. Haberiniz mi yoktu, yoksa unuttunuz mu beyler?Biz devleti küçültmüştük!
Devlet demek personel demek; devlet demek iyi eğitilmiş organize olmuş kadrolar demek; devlet demek ambulans, iş makinası, kurtarıcı, buldozer, kamyon demek; devlet demek çadır, battaniye, giysi demek; devlet demek ilaç, aşı, serum, sargı bezi demek; devlet demek doktor, hemşire, kurtarma ekibi, itfaiye demek; devlet demek erken uyarı sistemleri, afet planları, anında müdahale etme inisiyatifi demekti. Devletin tüm bunlar olması demek gerektiğini, bulundukları çok bilge konumlarından haykırıyorlardı.
Devlet ise, Cumhurbaşkanımızın da dediği gibi küçülmeliydi. Bu sözlerin üzerinden çok uzun zaman geçmemişti ki, aynı Cumhurbaşkanımız deprem felaketi karşısında bocalayan devleti eleştirenleri �Devleti küçültmek kimsenin yararına değildir�diyerek cevaplıyordu. İşte bu, kaderin garip olmayan cilvesiydi. Olaylar, devletin fiziki ve işlevsel olarak küçülmesi ile itibari olarak küçülmesini -madalyonun iki yüzü gibi- birbirine çakıştırmıştı.
Peki �Devlet nerede?�diye soran zevat farklı bir şey mi yapmıştı?Onlara göre de devlet ekonomik etkinlikten hemen çekilmeliydi. Hatta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanları bile özelleştirilmeliydi. Serbest piyasanın kuralları işlemeliydi. Bu kurallar, üretim ve tüketimi devletin müdahale ettiğinden çok daha iyi düzenlerdi. Piyasanın patronu olan tüketicilerin �seçme hakkı�vardı. Kaliteli olan mal ile olmayanı ayıracaklar, bir mal kaliteli değilse o malın tüketicisi tarafından tekrar alınmayacaktı. Serbest piyasanın bu ulvi seçme hakkının, aldıkları evlerin kalitesini deneme şansını yıkıntıların altında kalarak yaşamlarıyla ödeyen binlerce yurttaşımız için anlamı nedir?

�İÇİNİZDE SAĞLIKÇI  VAR MI?�
BİR GÖNÜLLÜ:
Depremden sonraki ilk günlerden birisiydi. Yeni bir kamp yerinde birçok işin organizasyonu gerekiyordu ancak bunların yönetimini sağlayacak birisi ortaya çıkmıyordu. Birçok kişi de katkıda bulunmak için bekliyordu. Baktım herkes serseri mayın gibi dolaşıyor, kendimi yönetici ilan ettim ve yüksek bir yere çıkıp iş buyurmaya başladım. İlk birkaç buyruğuma hemen yanıt gelince, kendime güvencim arttı, sürdürdüm.
Yapılması gereken işler arasında tuvalet temizliği de vardı. �İçinizde sağlıkçı olan var mı?�diye kalabalığa seslendim. Gençten birisi yanıma geldi. �Ben sağlıkçıyım�dedi. �İyi dedim, siz benden daha iyi bilirsiniz, şuradaki tuvaletlerin sağlık açısından elden geçmesi, temizlenmesi lazım.� Adam �olur� deyip gitti. Akşama kadar tuvaletleri temizleyip kireçlemiş. Akşam olunca yanıma geldi ve �Tuvaletin temizliği tamam� dedi. Teşekkür ettim, gitti.
Gecenin ilerleyen saatlerinde o kişinin bir beyin cerrahisi uzmanı olduğunu öğrendiğimde yaptığımdan utandım. Ama bilemezdim ki! Arkadaşlara aktardım. Daha sonra doktor beyi bulduk, özür diledik. �Ben hekimlik yapmak için gelmemiştim. Sadece işe yaramak istemiştim. Şikayetçi değilim�dedi.
Çalıştığım kampa büyük bir TIRdolusu yardım malzemesi gelmişti. Depo olarak belirlediğimiz yere boşaltmak için birçok insan gerekiyordu. Alana yardım için kim gelirse oraya gönderiyorduk. Organizasyonu ben yapıyordum. Öğlene yakın, giyimi oldukça iyi bir kişi geldi ve yardımcı olmak istediğini söyledi. Onu da hemen depoya gönderdim. Akşama kadar TIR�ın depoya boşaltılması ve malzemelerin ayrılarak istif edilmesi tamamlanmıştı.
Akşamleyin bölgeye yardım için gelen ve birkaç gündür kalan insanların bir bölümü İstanbul�a dönmek için araç arıyorlardı. Birlikte yol kenarına indik. Birazdan 34 plakalı lüks bir araç geldi. El ettik, yanımızda durdu. Kullanan adamı tanıdım. Öğlen üzeri çalışsın diye depoya gönderdiğim adamdı. Biraz tuhafıma gitse de üzerinde durmadım. Nereye gittiğini sordum. İstanbul�a dönmek zorunda olduğunu söyledi. Arkadaşları da alıp alamayacağını sordum, �seve seve� dedi.
Yolda giderken arkadaşlarla sohbeti koyultmuşlar. Adam kendini, kim olduğunu, ne iş yaptığını falan anlatmış. Meğerse büyük bir holdingin en üst yöneticilerinden birisiymiş. Arkadaşlara �Yıllardır ilk defa bugün, kendimi gerçek anlamda bir işe yaramış hissettim. Bu nedenle çok mutluyum�demiş.

GÖÇÜK ALTINA DAİR
Dr. Muhammet CAN:
17 Ağustos depremiyle ülkemizde sistemin insana önceliksiz değer yargılarına uygun göçük altı ve uygulamalarına dönük ilginç manzaralar yaşandı. 17 Ağustos tarihi, politik, toplumsal ve ekonomik bir afete dönüşerek, güçlülüğü ile övünen devletin ciddi bir kriz atmosferinde nasıl çöktüğünü bize naklen izletti. Deprem sosyal devlet uygulamalarını 20 yıldır kemiren neo-liberal politikacıların toplumda ne denli ağır bedeli olduğunu bir anda gözümüze soktu. Depremle birlikte artık her şey depremle birlikte anılır oldu. MHP�li bakanların ırkçı tutumları iyice teşhir oldu. Toplumun infiali MHP�li bakanı istifaya sürüklerken Ecevit�in arka çıkmasıyla bu durum atlatıldı.
Deprem bölgesinde devletten çok daha hızlı ve etkin bir toplumsal dayanışma ortaya çıktı. Demokratik kitle örgütleri ve insanların bireysel gönüllülükleri çerçevesinde bir seferberlik ağı örüldü. Depremle birlikte iki tür tepki ortaya çıktı. Mağdur olan veya yardıma koşan insanların önemli bir kısmı bilinçli ya da bilinçsizce sosyal politikalara olan gereksinimi ortaya koydu. TTB, TMMOB gibi örgütlerin toplumsal önemleri arttı.
Sonuçta, deprem fırsatını iyi değerlendiren hükümet, başta sosyal yıkım yasası olmak üzere emekçilerin aleyhine bir dizi düzenlemeleri gerçekleştirmek için, (depreme müdahalesi 48 saat gecikse de)IMFdirektifleri doğrultusunda gece gündüz mesaisini artıracaktır. Geçirilen tahkim, sosyal güvenlik yasası gibi, personel rejimi yasası, kamu çalışanları yasası, bankalar yasası, tarım reformu yasası vb. MAI-MIGA�ya uyum yasaları şeklinde bu süreçte bitirmek için seferberlik yaratacaktır. Toplumsal muhalefetin nabzı önümüzdeki süreçte yıkıntıların altından yeni bir dünya yeşertmek üzerine kurulu olarak atacaktır.

Deprem bölgesinde sosyal manzara
Metin ÖZUĞURLU*
Bir doğa olayı, doğal afete; bir doğal afet de toplumsal yapı ve ilişkilerde ani ve sert kırılmalara yol açmıştır. Yaraların sarılması ve yeniden inşaa sürecine sadece teknik bir süreç olarak yaklaşmak, son derece yanıltıcı olacaktır. Zira öncesindeki toplumsal eşitsizlikler �45 saniyelik eşitliğin� ardından derinleşerek sürmektedir.
Bölgedeki yaygın kanı, depremde yaşamını kaybedenlerin sayısının resmi açıklamaların çok üzerinde olduğu yönündedir. Bir yakınını ya da tanıdığını depremde kaybetmemiş bir kişiye Körfez bölgesinde rastlamak olanaksızdır. Bu büyük afetle birlikte Körfez�in toplumsal dokusu, nüfus kompozisyonu ve işgücü piyasası, boyutları henüz kestirilmeyen ölçüde altüst olmuştur. Ne var ki depremin sosyal dokuda yarattığı tahribatla ilgilenilmemekte; bütün dikkatler depremin finansal göstergeler üzerindeki etkilerine yönelmekte, üretim kaybı hesaplarıyla yetinilmektedir. Emeği bir üretim faktöründen ibaret gören bu tür yaklaşımlarla, bölgenin toplumsal dokusunda meydana gelen dramatik değişimleri kavramak olanaklı değildir. Yeniden inşaa sürecinin adil, eşit ve insanca olabilmesi için, depremin sosyal ve psikolojik sonuçlarının ivedilikle incelenmesine ihtiyaç vardır.
Bölge�den Anadolu�nun farklı noktalarına hareket eden E-5 karayolu üzerinde uzun konvoylar oluşturan araçlar, irili ufaklı balıkçı teknelerine doluşarak savaş ortamlarından kaçışan insan manzaralarını hatırlatır niteliktedir. Tersine göç olgusu, bir mülteci akını biçiminde yaşanmaktadır. Göçün bu olağandışı yapısı, depremzedelerin gittikleri yerlerde karmaşık ve zorlu sorunlarla karşılaşacaklarının en açık göstergesidir. Yaraların sarılması ve yeniden inşaa çalışmaları kendi memleketinde �mülteci�konumuna düşen depremzedeleri unutmamalıdır.
Bir bütün olarak bakıldığında bölgede ani bir biçimde yok olan, dağılan, parçalanan ve çözülen çok sayıda aile sözkonusudur. Aile kurumunda meydana gelen dramatik değişikliklerin sosyal ve psikolojik maliyeti uzun vadeli olarak da düşünülmelidir.
Sayıları yüzbinlerle telaffuz edilen depremzedeler, adeta kendi içine kapalı, katı bir alt-kültür grubu davranışı içindedir. Depremzede olmayan �ötekilerle�paylaştıkları herhangi bir ortak norm, duygu ya da düşünce yok gibidir. Saydam tabakadan içeri sadece yardım malzemeleri girmektedir, propaganda ya da söz değil. Bu koşullarda gözlerden kaçan bir büyük sosyal tahribat ağır ağır şekillenmekte; deprem bölgesinin üretken nüfusu, adım adım �yardım bağımlısı�bir nüfusa dönüşmektedir. Bunu besleyen etkenlerin başında -resmi ya da sivil, şeriatçı ya da insani, fark etmemekte- yardım çalışmalarının mevcut tarzı gelmektedir.
Yardım faaliyetleri, yardımı �veren� ve �alan� arasında bireyselleşmiş ve edilgen bir ilişki tarzına sahiptir. Bu yardım tarzı belki felaketin ilk günlerinde işlevsel ve zorunluydu. Ancak unutulmamalıdır ki, mevcut yardım tarzı ile uzatılan el, depremzedeleri edilgen, zavallı ve düşkün bir konuma itmektedir. Eğitim, gelir ve mesleki beceri düzeyi görece yüksek ve Türkiye ortalamasının üzerinde bir yaşam standardına sahip bölge nüfusuna yapılan bu tarz bir yardımla karınlar belki doyarken, muhtemeldir ki kişilikler parçalanmaktadır. Ne adına olursa olsun bunu yapmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Çocuklar ve gençler üzerinde yaratılan tahribat da, ayrıca düşünülmelidir. 16 Ağustos�a kadar �Türkiye�yi besleyen� bölge halkını yardıma bağımlılığa zorlayan bu yardım tarzından hemen vazgeçilmelidir.
Adlandırmalar masum değildir. �Çadırkent� ismi terkedilmelidir. �Kent� kavramına yaptığımız haksızlığı bu büyük felaket bize öğretmediyse başka ne öğretecektir?Ortada �çadır kampları�vardır, �kentleri� değil.
Deprem, İstanbul sanayi kuşağının en oturuşmuş bölgesini vurmuştur. İlk incelemelerle ortaya çıkan tablo kabaca şöyledir; işçi sendikalarının üye potansiyelinin %20-30�u bu bölgede yer almaktadır ve bunların içinde birinci derecede depremden etkilenenlerin oranı %50-60�ı bulmaktadır. İzmit-Körfez bölgesi, önemli mücadele deneyimlerine sahip, ikinci kuşak işçilerin çoğunlukta olduğu bir bölgedir. Bir bütün olarak bakıldığında, sendikacılık hareketinin de büyük bir yara aldığı görülmektedir. Her kesim gibi sendikacılık hareketi de bu büyük felaketten dersler çıkarmalı ve yeniden inşaa sürecine öncülük etmelidir.
* Sosyolog, Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi

Felakette sağlık düzeni
Prof. Dr. Metin ÇAKMAKÇI*
Felaket ya da afet, doğal ya da doğal olmayan ani bir olay sonucunda insanların yaralanması veya mal ve mülkün zarar görmesi ve bu sırada yerel ilkyardım ve kurtarma kaynaklarının yetersiz kalması ve organize toplumsal düzeneklerin yıkılması olarak tanımlanır. Tıbbi anlamda bir felaket, çok sayıda insanı etkileyen ve olağan tıbbi altyapının yetersiz kaldığı kazalardır. Felaketin boyutları, bölgesel sistemlerle çözümlenebilecek olaylardan, ülkelerarası işbirliğini gerektirebilecek ölçeklere değin değişebilir.

�FELAKET�İN İLANI
Yerel olarak kabul edilebilecek bir kitlesel kazada herhangi bir ihbar sonrası kaza yerine ilk ulaşan ilkyardım ekibi, kazazede sayısı ve bunların yaralanma ağırlıkları gibi önbilgileri hızla toplayarak kabaca felaketin boyutunu ve önemini kestirmek zorundadır. Bu �ilkyardım ekibi�tıbbi bir ekip olabileceği gibi, polis ya da itfaiye gibi yardımcı bir kurtarma ekibi de olabilir.
Daha büyük alanlarda yıkıma neden olabilen deprem gibi felaketlerde birden çok kaynaktan derlenen bilgilerin yorumu ilk başta sorunun boyutunu kabaca ortaya koyabilir. Bu veriler ve olayın tam yeri, ulaşım yolları, halen var olan tehlikeler, ulaşmış olan ekiplerin niteliği gibi bilgilerin ışığında, kurtarma ve ilkyardım düzeneklerini harekete geçirmek için daha önceden yetki ve görevleri tanımlanmış bölgesel, resmi bir kişi �felaketi�ilan eder. Bu ilan, uzun boylu işlemler gerektiren, bürokratik bir süreç olmamalıdır. Devlet büyüklerine danışmayı da gerektirmez. Basitçe �teknik bir analiz sonucunda profesyonel yetkinin kullanılması� anlamına gelir.
Felaket ilanının önceden belirlenmiş yöntemlerle duyurulmasından sonra zaman yitirmeksizin, genellikle birkaç dakika içerisinde, felaket planlarında yazılı olan biçimiyle herkes kendi görevini bilmeli ve yerine getirmelidir. Sonuç olarak, felaket için düzenleme �kendiliğinden�ortaya çıkmalıdır. İl ya da ilçe düzeyinde bölgesel bir felaketi ilan etme yetkisi ülkemizde vali ya da kaymakam gibi bir mülki amirde bulunmaktadır. Ancak, batıda birçok yerde olduğu gibi bölgesel tıbbi bir yetkili ya da travma merkezi sorumlusu gibi bir deneyimli bir hekim de bu yetkiye sahip olabilmelidir.

İLK TIBBİ YANIT
Tıbbi Uç Nokta:Kaza yerinde olan ve buraya ulaşan öncü ekipler ilk fırsatta bir tıbbi ilkyardım noktası oluştururlar; buraya �Tıbbi Uç Nokta�(TUN)denebilir. Bu bölge kaza alanına yeterince yakın, fakat kazanın birincil yansımalarından da etkilenmeyecek kadar uzak olmak zorundadır. Yola yakın olması ve böylece ambulansların yanaşabilmesi tercih nedenidir. Uygun bir bölgeyse, aynı zamanda helikopter inebilecek kadar geniş bir boş ve düzlük alan da olmalıdır. Uygun değilse, helikopterler için başka bir yerde �Vertikal Kurtarma Alanı�(VKA) oluşturulur. TUNiçin, felaketin boyutuna paralel olarak, var olan bir ya da birkaç bina ya da kurulabiliyorsa çadırlar kullanılır ya da açık bir alanla yetinilir. Bu nokta, esas olarak yaralı toplama, sınıflandırma (triyaj)ve anlık aciller için tedavi bölgesi olarak kulanılır. Yaralıların sevki de buradan yapılır. Bu amaçla, TUNiçerisinde mümkünse birbirinden ayrılmış birkaç farklı alan oluşturulur. Örneğin, TUN�un giriş bölgesine yakın bir yerde, ulaşan yaralıların triyajı ve sınıflandırılması için �triyaj alanı�oluşturulur. Bu bölgeye canlı olarak ulaşan yaralılar burada kayda geçirilir, bir triyaj hekimi tarafından sınıflandırılır, özellikle mutlak aciller (kritik yaralılar)ayrılır ve yaralılar, yaralanma derecelerine uygun, önceden belirlenmiş alanlara gönderilir. Ölü olarak getirilenler kayda geçirilir ve daha sonra tanımlamayı kolaylaştıracak belge ve cisimler ile birlikte ayrı bir alana gönderilir.
Bu uç tıbbi hizmet birimindeki ikinci fiziksel alan �mutlak aciller alanı�dır. Burada özellikle acil ve zorunlu yaşam destek işlemleri yapılır; hava yolunun açılması, gerekiyorsa yapay solunum, dışa olan kanamaların kontrolü, göğüs kafesi yaralanmaları için acil dekompresyon, damariçi sıvı tedavisi, ağrı kesiciler gibi. Bütün yapılanlar ve fizik muayene bulguları kaydedilir. Burdaki ilk işlemlerden sonra ve nakil olanaklarına göre yaralılar �taşınma alanı�na götürülür. Diğer bir köşede �rölatif aciller alanı�oluşturulur. Burada yaralar sarılır, kırıklar hareketsiz hale getirilir ve yaralılar soğuktan korunur. Bütün klinik bulgular ve yapılanlar kaydedilir. Bu süre içerisinde yaralının mutlak bir acil olduğu saptanırsa bu bölgeden mutlak acil alanına nakli yapılır. Değilse, komuta merkezinin yönlendirilmesi ışığında transport alanına taşınırlar. Taşınma alanına ulaşan her yaralı ile ilgili bilgi komuta merkezine bildirilir ve buradan nereye gönderileceği ve hangi yöntemle gönderileceği konusunda bilgi istenir. Transport alanından yaralılar yaralanma ağırlıklarına ve önceliklerine göre eldeki araçlarla komuta merkezinin vereceği bilgiler ışığında tedavi merkezlerine taşınırlar. Bu süreçte ilk başta alıcı hastanelere göre ayırım yapılmaz.
Kriz ortamında çalışan her sağlık görevlisinin ayırt edici, renkli, reflektörlü bir kıyafeti olmak zorundadır.
Gökdelen yangını, büyük bir tren kazası gibi bir felakette nerede ve nasıl böyle bir uç noktanın kurulacağı çok açık; geniş bir bölgedeki sel felaketi ya da depremde ise bölgede gerekli bulunan ve fiziksel olarak uygun bir ya da daha çok alanda tıbbi uç noktalar hemen kurulabilir. Kuşkusuz, aşırı kurumsal sanılabilecek ve yapılabilirliği gerçekten güç olan bu tür tıbbi uç merkezler ancak gerekli hazırlıklar çok önceden yapılmışsa ve ilgili her birey �gözleri kapalı�ne yapacağını biliyorsa, jeneratörden çadırına, serumundan kalemine kadar donanım önceden hazır edilmiş ve en önemlisi defalerce prova edilmişse hayata geçirilebilir ve �gerçek� olabilir.
Tedavi Merkezi:Çok sayıda yaralının olduğu büyük felaketlerde ayrıca �tedavi merkezleri�oluşturulabilir. Tedavi merkezi genellikle bir hastane, bütün bölge tahrip olmuşsa çadır ya da o anda kurulmuş geçici askeri hastanelerdir. O anda yeni kurulan bir sağlık merkeziyse mutlaka bir havaalanı, tren istasyonu ya da trafik noktasına yakın bir yere konuşlandırılmalıdır. Burada temel acil cerrahi, yoğun bakım, bazen radyoloji ve laboratuvar incelemeleri yapılabilmelidir. Böyle bir merkezin genel düzenlemesi bir �tıbbi uç nokta�ya benzer biçimdedir; girişte triyaj alanı, ardından bir yoğun bakım alanı, cerrahi alan ve taşınma alanı vardır. Tedavi merkezinin amacı, yaralıların durumunu stabilize etmek ve daha uzun ulaşım sürelerine olarak verecek duruma getirmektir. Buradaki ilkyardım ve gerekli tedavi işlemlerinden sonra yaralılar taşınma alanına ve buradan da yaralanma derecelerine uygun arka plandaki hastanelere kesin tedavileri için ulaştırılırlar.
Bizde bu tür yapılanmalar var mıdır? Gönüllü yardımcıların rolü ve yararı -sağlık kesimi için- çok sınırlıdır. Yine de eğitilmiş sivil grupların, özellikle �kurtarıcı�ların etkinliği ve yararı büyük felaketlerde gösterilmiştir. Ancak, örgütlü bütünün dışındaki bireysel çabalar ve �yardımcı sağlıkçılar�yarardan çok zarar verirler. Kendi içinde bütün, kendi kendine yeterli tedavi merkezlerinin ilk şok atlatıldıktan ve anlık aciller nakledildikten sonra yararlı oldukları görülmüştür. Kurtarma hatalarının olmaması için de burada eğitimin rolünü vurgulamak gerekir.
Bizde bu tür bir örgütlülük ve eşgüdüm planlanmış ve denenmiş midir?Dahası bunların gerçek ortamda provaları yapılmış mıdır?.. Bu şekildeki bir felaket düzenlemesi, itfaiye, polis, asker, sivil savunma birliği, sağlık görevlileri gibi değişik örgütlerin özerkliğinin kaldırılacağı anlamına gelmez; ancak işbirliğinin nasıl kurulacağının önceden belirlenmesi zorunludur. Sistemin başında, felaketten önce, kimin olduğu bilinen bir �kriz komutanı�olmak zorundadır. Bu, hazırlanmak gereken son derece teknik bir görevdir ve bu tanımdan bizdeki uygulamalardaki gibi �kriz masası�nı yöneten komutan, il valisi anlaşılmamalıdır.
Tıbbi kriz yönetiminin olmazsa olmaz altyapı gereklerinden biri, çalışır durumda bir haberleşme sistemidir. En uygunu, biri komuta sistemi, diğeri operatif amaçla kullanılacak iki farklı kanallı telsiz haberleşme sistemidir. Buna ek olarak, normal haberleşme trafiğinden ayrılmış özel GSMşebekeleri de kullanılmaktadır.

ACİLLER VE HASTANE  DÜZENLEMELERİ
Normal koşullarda çalışan her sivil hastane kısa bir süre içerisinde 10�dan çok ağır yaralı geldiği anda tıkanır. Böyle durumlar için özel felaket düzenlemeleri önceden planlanmış olmalıdır. Bir hastanede felaket durumundaki düzenlemeler için şu maddelerin göz önünde tutulmuş olması gerekir.
� Alarm:Felaket alarmı daha önce belirlenmiş olan askeri ya da sivil otoriteler tarafından, daha ilk yaralı hastaneye gelmeden ilan edilmiş olmalıdır. Bazı durumlarda alarm ilk ulaşan yaralı ya da ambulans şoförü veya benzer kişiler tarafından da verilmiş olabilir. Ancak bu durumlarda acil servis sorumlusu veya vekili bu bilgiyi doğrulamak zorundadır. Bu felaket bilgileri hastane başhekimine acil olarak ulaştırılmalıdır.
� Kriz ekibi:Hastane, üye sayısı 5-6�yı geçmeyen ve içinde başhekim ve deneyimli hekimlerin de bulunduğu kriz ekibi görevlendirilmiş olmalıdır. Bu hastane içi kriz ekibi, hastanenin hasta kabul birimi, santral, acil servis gibi değişik lojistik departmanlarıyla ve aynı zamanda da felaket komuta merkezi ile sürekli bağlantı halinde olmalıdır.
� Fiziksel düzenlemeler:Hastane yapısında hasta ve malzeme akımını düzenleyebilmek için birtakım değişiklikler yapılmalıdır.
� Ambulans giriş-çıkış bölgeleri:Hastane ya da acil servisin girişinde bir trafik karmaşası oluşturmamak için yalnızca ambulansların gireceği ve giriş-çıkış için birbirlerini engellemeden dönerek hastane kapısını terk edebilecekleri bir alan oluşturulmalı ve gerekli şekilde işaretlenmelidir.
� Yaralılar için kabul (resepsiyon)alanı:Büyük, sıcak, iyi aydınlatılmış ve donatılmış geniş bir alan triyaj alanı olarak kullanılır. Bu alan, hastanenin gerçek acil polikliniği olmak zorunda değildir. Ancak ameliyathane, yoğun bakım odaları ve benzer kritik alanlara ulaşım kolay olmalıdır. Bu bölgede yaralı kabul edilir, kayıtlandırılır, triyajları yapılır ve ilgili tedavi alanlarına gönderilir. Hastanede gerektiğinde tanımlanmış acil tedavi (canlandırma bölgeleri), yoğun tedavi, ayakta tedavi ve umutsuz yaralılar için bekleme/bakım alanları oluşturulur.
� Aileler ve basın için kabul alanları:Esas tıbbi bölgelerde engellemelerle karşılaşmamak için hem aileler hem de basın için kabul, bekleme ve brifing alanları planlanmalı, oluşturulmalıdır. Buralarda görevlendirilecek personel de dikkatle seçilmeli ve görevleri önceden belirlenmelidir. Gerektiğinde bir sözcü atanmalıdır.
� İşlevsel değişiklikler:Belirli hasta ve yaralı gruplarının yoğunlaştığı kitle kazalarında hastane içi alanlarda ve bölümlerde değişiklikler yapılır. Örneğin, bir tren kazasından sonra dahili departmanlar cerrahi hasta kabul eder hale gelmek zorunda, bir kitlesel zehirlenme durumunda cerrahi departmanlar iptal edilip zehirlenmiş hasta kabul edecek duruma getirilmek zorundadır. Ağır olmayan hastalar hastaneden çıkarılır ve acil olmayan cerrahi işlemler iptal edilir.
Felaketin boyutuna göre, hekim, hemşire, eczacı, yönetici, teknisyen, ahçı gibi her gruptan hastane personeli mobilize edilir. Bu ekiplerin nöbet değişimleri planlanır, personel için gerektiğinde yatacak yer ve beslenebilmeleri için ilgili önlemler alınır.
Hastanelerimizin kendilerine özgü felaket düzenlemeleri var mıdır?.. Felakette ilkyardım süreçlerinin azalmasına paralel olarak başka ciddi sorunlar sağlık kesimini bekler. Bunlardan bir kısmı, felaketlerden sonra ortaya çıkabilecek zehirlenmeler, bulaşıcı hastalıklar, beslenme bozukluklarının yanısıra, kazayı atlatanların ciddi boyutta ruhsal desteğe gereksinimleri ve bunlara da aynı ciddiyette cevap verilmesi gerekliliğidir.

KAYIP RİSKİ NEDEN ARTAR?
Kitle kazaları �düşük olasılıklı� olaylardır, günlük yaşamda dikkate alınmazlar. Halkı, sorumluları, yetkilileri ve politikacıları bu konuda �ayaklandırmak� son derece güçtür. Bu �apati�nin nedenleri arasında, riskin küçümsenmesi, bilinçsizlik, teknolojiye yanlış ve aşırı güven ile arabesk kadercilik sayılabilir. İdari ve politik tercihlerse başka faktörlerden de etkilenir. Eğitimin yanısıra halk ve ilgilileri aydınlatma sürecinde bu nedenleri de göz önüne almak gerekir. Zaman içerisinde kitle kazalarında insan ve madde kayıpları artmaktadır. Bunun nedenleri arasında nüfusun, yüksek riskli alanlarda yerleşimin ve teknolojik risklerin (yüksek binalar, tehlikeli kimyasallar, vs)artması yer alır. Planlama süreçlerinde bunların da dikkate alınması gerekir.
Kitle kazalarında tıbbi yardım, profesyonellik gerektiren, uyulması zorunlu kuralları, lojistiği, eylem planları olan, düzenleme ve eşgüdüm ağırlıklı bir bilimsel alandır. Sorun anı çözüm bulmak için çok geçtir; hangi sorunların ortaya çıkacağı önceden büyük oranda bilinmektedir. Özellikle deprem gibi büyük felaketlerde kargaşa içinde hizmet sunmamak ve panik yaratmamak için planlı bir hazırlık şarttır. Tanımlamalar, komiteler, lojistik destek yolları kağıt üzerinde kalmamalıdır. Örgütlülüğe ek olarak, planların denenmesi, gerçekmiş gibi oynanması, sürekli iyileştirilmesi şarttır. Ancak bu tür bir ciddi yaklaşımla daha çok hayat kurtarılabilir.
Türkiye�de kitle kazalarının arasında depremlerin ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bu yüzyılda Türkiye�de depremlerin yol açtığı can kayıpları bütün diğer afetlerin toplamından çoktur. Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere ilgili tüm sektör �felaketlerde kurtarma ve ilkyardım� kavramlarını artık daha ciddi olarak ve profesyonelce ele almalı; planlama, örgütlenme, hazırlanma ve eğitim ağırlıklı hizmetler ciddiye alınmalıdır. Çöpler kokmaya başladığında çöplerin toplanması gerektiğini fark etmek bu yüzyılın yöntemi değildir. Aymazlık ve kadercilikle yitirecek zamanımız yoktur. Bir dahaki depreme hazırlıklı olmak zorundayız.
Bir dahaki depreme hazırlıklı mıyız?
* H.Ü. Tıp Fak. Genel Cer. ve Acil Tıp ABD
Kaynaklar:� Auf der Heide E. Disaster Response:Principles of Preparation of Preparation and Coordination. C.V.Mosby, St.Louis, 1989 � Çakmakçı M. Travmaya genel yaklaşım. Sayek İ:Temel Cerrahi, 2. baskı, pp.307-317, Güneş Kitapevi, Ankara, 1996 � Leonard RB. Teitelman U. Man-made disasters. Crit Care Clin 1991, 7:293-320 � Miles S. ABCof major trauma. Major accidents. Br Med J 1990, 301:919-923 � Pretto EA. Jr Safar P. National medical response to mass disasters in the United States. Are we prepared?JAMA 1991, 266:1259-1262 � The Medical Management of Major Incidents. University of London, Royal Postgraduate Medical School and British Association for Immediate Care. 16-18 March 1995 (kurs notları).
Bu yazı TÜBİTAKBilim ve Teknik dergisinin Eylül 1999 sayısında yayınlanmıştır.

 


HABERLER

İstanbul, doğal afetlere hazır mı?
Marmara depremi, aslında yüksek risk taşıyan bir bölgede yaşamamıza rağmen doğal afetlere hazırlıksız olduğumuzu gösterdi. Yaşadığımız felaketin acılarını sarmaya çalışırken benzer bir depremin İstanbul�da da meydana gelebileceğinin saygın bilim çevrelerince ifade edilmesi, ilimiz için �acil yardım planlaması�nı gerektiriyor.
Daha önce kâğıt üzerinde bu amaçla hazırlanmış yönetmeliklerin, yaşanan felaket sırasında yetersiz kaldığı görüldü. Bu nedenle İstanbul Tabip Odası, olası bir doğal afet durumunda acil yardım planlamasının bölgede olmuş ve olabilecek en büyük çaplı afetin göz önünde tutularak yapılması amacıyla Valiliğe başvurdu.
Daha önce İstanbul Valiliğince hazırlatılan İl Afet Planının giriş ve temel ilkeler bölümünde �Doğal afet zararlarının azaltılmasına ve telafi edilmesine yönelik mücadele, ancak toplumun her kesiminin bu süreç içinde kendisine düşen görev ve sorumlulukların yerine getirilmesiyle mümkün olabilmektedir. Dolayısıyla bu genel yaklaşım içerisinde, doğal afet öncesi, sırası ve sonrasında sivil toplum örgütlerine önemli görevler düşmektedir� denmektedir. Oysa, plan hazırlanırken sağlık hizmetlerinin yürütülmesinde katkısı olacak tüm kuruluşların bilgisine yeterince başvurulmadığı anlaşılmaktadır.
Son yaşadığımız felaketlerin ardından deprem bölgesine gelen meslek kuruluşları ve gönüllülerin daha koordine çalışmalarının gerekli olduğu ortaya çıkmıştır.
Olağandışı durumlara hazırlıkların planlanması, karışık ve zor bir süreçtir. Planlar, kurumlar arası işbirliği ile özel ve kamu kuruluşlarının temsilcisi olan meslek odalarının da katılımıyla hazırlanmalıdır. Gerektiği anda etkin, hızlı, verimli bir çalışma yapabilmek için pekçok birimin işbirliği gereklidir. Planlama aşamasında sağlanamayan birliktelik, olağandışı durumlarda da yeterince sağlanamaz.
Planlama yaparken artık en az 8 şiddetindeki bir deprem için hazırlıklı olunmalıdır. Böyle bir depremde olası yaralı ve ölü sayısı bilinmeli ve bu durumda sağlık kapasitesinin yetip yetmeyeceği, kapasitenin nasıl arttırılabileceği çözümlenmelidir. Böyle bir felakette hangi tehlikelerin ortaya çıkabileceği ayrıntılarıyla analiz edilmelidir. Risk ve etki değerlendirilmesi sonucu yapılması gerekenlerin belirtilmesi ve birimlere, kişilere görev verilmesi gerekir.
İstanbul için İstanbul�un planlama yapması yetmez. İstanbul İl Afet Planı�nda çevre illerin, İzmir, Ankara veya bir başka il planlarının da yer alması gerekir.
Planlar masa başında yazılmış olarak kalmamalı, gerçekçi olmalı, sık sık planlamada yer alan kişiler eğitilmeli ve planların sınanması gerçekleştirilmelidir. Bir ikaz-uyarı sistemi kurulmalı ve plan tatbikatları yapılmalıdır. Geçmiş deprem deneyiminde de iletişim konusunda büyük zorluklar çekildiği dikkate alınarak ayrı bir telsiz sistemi kurulmalı ve planlama içinde iletişim özellikle yer almalıdır.
İl Afet Planında belirtilen senaryo gerçekleştiğinde, İstanbul�da şehiriçi ve şehirlerarası ulaşımın tamamen felç olabileceği, telefon iletişiminin ortadan kalkabileceği ve ağır yaralı sayısının ildeki yatak kapasitesinin de üstüne çıkabileceği hesaba katılmalıdır.
Büyük yaralanmalarda, ölümlerin % 50�si yaralanmadan sonraki ilk birkaç dakika içinde olmaktadır ve bu kişilerin kurtarılabilmesi, büyük bir olasılıkla mümkün değildir.
Ölümlerin % 30�u yaralanmadan sonraki ilk üç saat içinde gerçekleşir. Bu gruba giren yaralıların kurtarılabilmesi hastaya anında ve etkili müdahale yapabilmeyle mümkündür.
Yaralanan kişilerin % 20�si ise travmadan sonraki 3-4 gün sonra ölmektedir. Bu hastaların kurtarılması hastanedeki tıbbi hizmetlerin kalitesine ve etkinliğine bağlıdır.
Afet sonucu olarak ortaya çıkan büyük yaralanmalarda hedef, yaralanmadan sonraki ölüm olasılığı en yüksek olan hasta grubunu öncelikle kurtarmak olmalıdır. Bunun için Reanmobil denen, yaşam desteği donanımına sahip, haberleşme imkanı bulunan ambulansların, ağır yaralıyı travma merkezine en hızlı şekilde sevketmesi gerekmektedir. Ulaşım olanaklarının ortadan kalktığı durumlarda ise ölü sayısının azaltılabilmesi ancak, afet bölgesinde cerrahi girişim yapabilecek seyyar hastanelerin hızla faaliyete geçirilmesiyle mümkündür.
Marmara depremi, ilk saatlerde yeterli tıbbi müdahale yapamamanın, önemli sayıda can kaybına yol açtığını göstermiştir. İstanbul için planlama yapılırken, bu gerçek göz ardı edilmemelidir.
1- Ambulans ve ilkyardım hizmetleri: Olağan durumlarda bile tek merkezden yönetilmesi gerekli olan ambulans sisteminin, olağanüstü durumlarda tüm kapasite ile nasıl kullanılabileceğinin belirlenmesi zorunludur. Şehiriçi ulaşımın zorlaşacağı düşünüldüğünde yaralıların nakli için helikopter desteği planlanmalıdır.
İlkyardım servisinin ilk görevi olay yerinde ilkyardım sonra triaj ve sınıflamaya göre hafif yaralıları ilkyardım istasyonlarına götürmek, diğerlerini hastanelere sevk etmektir. Triaj sırasında yaralıların daha önce sınıflandırılmış hastanelere sevk edilmesi bazenn yaşam kurtarıcı olabilecektir.
İlkyardım istasyonları için ambulans ekiplerinin dışında da ekipler oluşturulmalı, eğitimleri yapılmalı ve ilkyardım teçhizatıyla şimdiden donatılmalıdırlar. Bir afet durumunda ilkyardım istasyonu olarak çalışacak çadırlar kurulabilir. Sağlık ocakları, SSK dispanserleri, semt poliklinikleri ve müstakil binalara sahip özel poliklinikler aynı zamanda ilkyardım istasyonu olarak çalışabilirler. Geçirdiğimiz afet döneminde kayıt sisteminde de sorunlar yaşandığı görülmüştür. Bu anlamda ilkyardım servisinde çalışacakların eğitilmesi gerekir.
Merkezi yönetim dışında, yerel örgütlerde de ilkyardım servislerine ulaşacak telsiz sisteminin kurulması şarttır.
2- Hastane hizmetleri: 7 şiddetinin üzerinde olabilecek olası bir deprem afetinde 250.000 yaralı beklendiğine göre, İstanbul ili yatak sayısının bu kapasiteye nasıl erişebileceği -afet halinde bu kapasitenin bir kısmının kullanılamaz olacağı da var sayılarak- düşünülmelidir. Mümkün olan en ivedi şekilde hastanelerin ameliyathane, yoğun bakım servisleri gibi ünitelerinin hizmete afet halinde de devam edebilecek şekilde yapılandırılması gerekir.
Raporun hastane hizmetleri bölümünde Sağlık Müdürlüğünün 2 TIR hastanesinden ve belediyenin 9 mobil sağlık ünitesinden bahsedilmektedir. Oysa, Marmara depreminde çadırkentlere gönderilen TIR hastanelerinin fonksiyonel olmadığı görülmüştür.
Bir afet planlaması içinde bu nitelikteki hastanelere ne kadar ihtiyaç olabileceği saptanmalı ve mutlaka mevcut olanlar derhal kullanılır hale getirilmeli ve afet halinde tahrip olmayacak yerlerde korunmalıdır.
�Afet halinde hastane görevini üstlenebilecek mekânlar� olarak camiler yanında, yurt, kapalı halı saha, okul, dinlenme tesisleri, otel gibi kurumların kapasiteleri plana dahil edilmelidir.
Olası bir deprem durumunda yolları kapanmayacak ve deprem tespit çalışmalarına göre sağlam kalacağı düşünülen hastaneler, belirlenmelidir. Hastanelerin yatak sayısı, ameliyathane, yoğun bakım ünitesi, jeneratör sayısı, artezyen suyu olup olmadığı, tıbbi donanımı, sahra hastanesi kurup kuramayacağı, hastaneye yakın boş bir arsanın olup olmadığı gibi ayrıntılı bilgiler saptanmalıdır.
İl bazında sahra hastanelerinin açılacağı yerler saptanmalı, sahra hastaneleri için gerekli çadır ve sağlık malzemeleri şimdiden temin edilmelidir. Her hastane ana plana uygun şekilde kendi afet planını hazırlamalıdır. Afet sırasında, afet yasasına dayanılarak özel hastanelerin ücretsiz tedavi yapmaları istenmektedir. Yeni bir deprem felaketi geçirdiğimiz için olası bir depremde de özel hastanelerin ücretsiz hasta bakmaları ekonomik olarak mümkün görünmemektedir. Bu nedenle, bu tür durumlarda özel hastanelerin ekonomik olarak desteklenmesi gerekir. Bu destek, ilaç ve tıbbi malzeme şeklinde de olabilir. Geçmişteki hizmetleri içinse afet fonundan gerekli ödemeleri yapılmalıdır.
3- Temel sağlık hizmetleri: Temel sağlık hizmetleri örgütlenmesinde salgın hastalıklar düşünülerek seyyar laboratuvarların kurulması planlanmalıdır. Hastanelerde olduğu gibi, olası bir depremde yolu kapanmayacak ve deprem testinden geçmiş sağlık ocakları da belirlenmelidir. Sağlık ocaklarının jeneratör ihtiyacının nereden karşılanacağı, soğuk zincirin nasıl uygulanacağı, çevre ilaçlaması için yeterli malzemenin olup olmadığı, yoksa afet durumunda nereden karşılanacağı hazırlanacak planda belirtilmelidir. Çevre sağlığı çalışmalarının yapılması için mobil araçların da planlamada yer alması gerekmektedir.
4- Ölüleri tespit ve gömme: İzmit ve Adapazarı�nda hatta İstanbul�da geçmiş depremde ölü kimlik tespitinin nüfus müdürlükleri tarafından yapılamadığı bilinmektedir. Büyük bir afette bu konuda daha da zorlanılacağı açıktır. Bu anlamda, kimlik tespiti yapacakların net olarak belirlenmesi ve kimlik tespitinde hastaneler ile adli tıp uzmanlarına da görev verilmesi gerekir. Kimliği tespit edilemeyen cenazeler veya kayıp cenazeler olmaması için, ilkyardım ekiplerinden başlayarak ambulans görevlilerine ve hastane çalışanlarına bu konuda görev verilmelidir.

İstanbul İl Afet Planı ve öneriler
İstanbul İli Afet Planı kapsamında yürütülecek sağlık hizmetleri için, planda rol alan tüm özel ve kamu kuruluşlarının kendi planlarını yapmış ve bu amaçla bütün kişileri eğitmiş olması gerekir. Daha da önemlisi plan doğrultusunda yapılacak tatbikatlarla olası felaketlerin ilk birkaç saatinden başlayarak ortaya çıkabilecek sorunlara kimin nasıl müdahale edeceği konusunun kesinleştirilmiş olmasıdır. Bu yapılmadığı taktirde yakın geçmişte yaşadığımız karmaşanın daha da şiddetli olarak tekrarlanması kaçınılmaz görünmektedir.
1- İl Afet Planı katkıda bulunabilecek meslek kuruluşlarının önerileri ile zenginleştirilmelidir.
2- Planlama yaparken en tehlikeli olağandışı durumlar dikkate alınmalıdır.
3- Görevlendirilecek kişilerin rollerinin şimdiden ayrıntılarıyla ve değişen olasılıklara göre planlayacak tarzda eğitilmeleri şarttır.
4- İstanbul İli Afet Planı yapılırken diğer illerin destek planları da geliştirilmelidir.
5- Planlamada rol alan kişiler dönem dönem eğitimden geçirilmeli ve bir ikaz-uyarı sistemi kurulmalıdır.
6- Afetler için ayrı bir telsiz sistemi veya radyo kanalı kurulmalıdır.
7- Ambulans ve ilkyardım servisleri tek bir merkezden yönetilmelidir.
8- Afet sırasında yaygın olarak ilkyardım istasyonları kurulmalı, yerleri şimdiden belirlenmeli, İstanbul�un birçok yerinde tıbbi malzeme ve ilaç deposu oluşturulmalıdır.
9- Çok sayıda yaralı için yatak kapasitesini arttırmak üzere seyyar hastaneler yanında yurt, halı saha, okul, dinlenme tesisleri ve otellerin kapasiteleri plana dahil edilmelidir.
10- Genel planın yanısıra hastaneler kendi afet planlarını hazırlamalı ve personelini eğitmelidir.
11- Temel sağlık hizmetlerinin kesintisiz sürdürülmesi için deprem testinden geçmiş sağlık ocakları belirlenmeli, seyyar laboratuvarların kurulması planlanmalıdır.
12- Ölülerin kimlik tespiti ve gömülmesi amacıyla morg kapasitesinin nasıl arttırılacağı planlanmalı, gömülme yerleri önceden belirlenmelidir.
Sağlık hizmetlerinin planlanması yanında, kurtarma çalışmaları ile eşgüdümlü olarak barınma imkanlarının kurulması önem taşımaktadır. Bunlar içinde sağlık çalışanlarının sağlıklı koşullarda barınma ve hizmet verebilmeleri sağlanmalıdır.
Böyle bir plan elimizde olmadığı sürece, İstanbul�un karşılaşacağı herhangi bir AFET�e hazırlık için gerekenin yapıldığını söyleyebilmek mümkün değildir. Etkili bir planın hazırlanması için kurumlarımızın ve bilim çevrelerimizin birikim ve deneyimleri yeterlidir.

 


DEPREM BÖLGESİNDEN HABERLER
Halen Adapazarı, İzmit ve Gölcük�te Türk Tabipleri Birliği tarafından kurulan seyyar yapılar içinde Koordinasyon Merkezleri görev yapıyor. Bu illerde ve Yalova�da çeşitli illerden gelen sağlık çalışanları geçici görevle hizmet veriyor. TTB Koordinasyon Merkezlerinde görev yapan gönüllü hekimler, bölgedeki sağlık merkezleri ve çadırkentlere yaptıkları düzenli ziyaretlerde saptadıkları sorunları kriz masası ile paylaşıyor, TTB Merkezi�ni bilgilendiriyorlar.
İstanbul Tabip Odası tarafından Gölcük ve Halıdere�de kurulan merkezler Sağlık Ocağı hekimlerine devredildi. Halen Gölcük Merkez Sağlık Ocağı ve Saraylı Çadırkenti Sağlık Merkezi�nde Odamızca kurulan çadırlarda bölge dışından gelen sağlık çalışanlarının desteğiyle hizmet veriliyor.
Tabip Odası ve TTB yöneticileri zaman zaman deprem bölgesini ziyaret ederek çalışmalar ve sorunlar hakkında bilgi alıyorlar. Depremle ilgili TTB çalışmaları 2 Ekim Cumartesi günü İzmir�de yapılan toplantıda değerlendirildi. Toplantıda Odamızı Dr. Özcan Baripoğlu ve Dr. Nadi Bakırcı temsil etti.

Adapazarı�nda miting
Odamızı temsilen Dr. Kürşat Yıldız, Dr. Hüseyin Demirdizen, Dr. Hasan Ogan ve Dr. Süleyman Özyalçın katıldı. İldeki sendikalar, meslek odaları ve Baro�nun ortaklaşa düzenlediği ve 2000 kişinin katıldığı mitingde Afet Yasası�nın uygulanması ve depremin zararlarının kısa sürede sosyal devlet anlayışıyla giderilmesi talep edildi.

İMOK�un değerlendirmesi
Mecidiyeköy Kültür Merkezi�nde 2 Ekim günü yapılan toplantıya Odamızı temsilen Dr. Yıldız katılarak bir konuşma yaptı. Jeoloji Müh. Odası Başkanı Yrd. Doç. Oğuz Gündoğdu�nun depremle ilgili sismik çalışmalar ve deprem olasılıkları konusunda yaptığı açıklamaların ardından hazırlığını Dr. Baripoğlu�nun yaptığı bir ortak metni İMOK adına Veteriner Hekimler Odası Başkanı Prof. Dr. Tahsin Yeşildere okudu.

Oda çalışmaları
İstanbul Tabip Odası�nda depremle ilgili çalışmalar 4 ana başlıkta sürdürülüyor:
1- İl afet planı hakkındaki çalışmanın izlenmesi, 2- İlkyardım eğitimi organizasyonu ve olağanüstü hallerde hekimlik kurslarının planlanması, 3- Acil yardım ve müdahale ekibi oluşturulması, 4- Depremzede hekimlerle dayanışma.
Olası yeni felaketlere hazırlık amacıyla il afet planı yapılması ve gönüllü hekimlerin eğitimi hedefleniyor. Özellikle Yalova�da depremden büyük zarar gören hekimlerle dayanışma amacıyla bir kampanya başlatıldı.
Katkılarınızı bekliyoruz.
İSTANBUL TABİP ODASI DAYANIŞMA HESABI: Yapı ve Kredi Bankası (Kocamustafapaşa Şubesi) 1004181 - 4 numaralı hesap.
 
Depremzede öğrenciye burs
Deprem bölgesinde evleri ağır hasar gören 12 tıp öğrencisine ayda 30 milyon TLburs verilmeye başlandı.

Yalovalı hekimler:�Depremde sahipsiz kaldık�
İstanbul Tabip Odası Başkanı Dr. Orhan Arıoğul ve Yönetim Kurulu üyeleri Eylül ve Ekim�de Yalova�yı ziyaret etti. Devlet Hastanesi Başhekimi, Sağlık Müdürü Yalova Temsilcimiz Dr. Tayfun Kavasoğlu ile birlikte ziyaret edildi. Hastane Başhekimi, özellikle sağlık çalışanlarının barınma sorunlarının halledilmesi için 100-120 dayanıklı çadıra gerek duyduklarını belirtti. SSKve Bağ-Kur�dan alacakları 210 milyar TL�nin ödenmesi, Sağlık Bakanlığı�ndan istedikleri 15 milyar TLödeneğin APK�dan onaylanarak gönderilmesi halinde sorunların çözümünün kolaylaşacağını belirtti. Hekimlerle yaptığımız toplantıya 20 kişi katıldı. Tabip Odası�nı deprem sonrası kendilerine yeterince sahip çıkmamakla eleştiren hekimler, kamu yöneticilerinin olumsuz tavırlarından yakındılar. Bankalar, milli eğitim gibi diğer kamu kuruluşlarının çalışanlarının barınma sorunlarını çözdükleri, ama hekimlerin hastane bahçesinde çayırda açıkta yatarak 24 saat hizmet vermek zorunda kaldıklarını anlattılar. Aradan geçen zamanda barınma sorunlarını bir ölçüde çözdüklerini, bu konuda çadır veya prefabrik ev yerine kalıcı çözüm bulunmasını önerdiler.
Yalovalı hekimlerle görüşmede;
a)Öncelikle ölen veya yakınlarını yitiren hekimlerle dayanışma sağlanması,
b)Depremzede hekimlerin çocuklarının eğitimine yardım edilmesi,
c)Yalnızca muayenehane geliriyle yaşayan hekimlere yardım edilmesi,
d)Diğer yardımların, temsilcilerden oluşan bir komitenin yönlendirmesine göre karara bağlanması üzerinde birleşildi.
Temsilcilerden alınan bilgiye göre Yalova�da 6 ayrı çadırkentte 1300 çadır bulunuyor. Bu çadırkentlerin her birinde 4 hekim, 6 hemşire, 1 hizmetli, 1 çevre sağlığı teknisyeninden oluşan sağlık ekipleri görev yapıyor. Ortalama 40-60 poliklinik yapılan sağlık merkezleri ilaçlarını merkezden karşılıyor. İlk zamanlarda yeterli olan çevre sağlığı teknisyeni sayısı azalınca klorlama ve diğer çevre sağlığı hizmetlerinde sıkıntı doğduğu öğrenildi. Yalova�ya dışarıdan gelen hekim sayısı konusunda doğru bir planlama yapılmadığı, gelenlerin motivasyonunun iyi olmadığı görülüyor.
Yalovalı hekimlerin hasar tespiti:Deprem sonrası mağdur olan hekimleri tespit amacıyla hazırlanan formlar Yalova Temsilcimiz Dr. Tayfun Kavasoğlu�nun çabalarıyla doldurularak Odamıza iletildi. Yalova temsilcilerimizin oluşturduğu Dayanışma Komitesi tarafından yapılan değerlendirmelerle destek verilecek hekimler saptandı. Yönetim Kurulu, Deprem Dayanışma Fonu hesabında biriken paraların beklemeksizin bu hekimlere gönderilmesini kararlaştırdı.

 


KISA HABERLER

TTB-UDKK Genel Kurulu. 25 Eylül günü Ankara Tıp Fakültesi Morfoloji Binası�nda yapılan Genel Kurul�da gelecek iki yıllık çalışma dönemi için Yürütme Kurulu üyelerinin seçimi yapıldı. 50 üyenin oy kullandığı seçimlerde Genel Sekreterliğe üç aday arasından Dr. Kürşat Yıldız (25 oy), diğer Yürütme Kurulu üyeliklerine Dr. Oya Bayındır (40), Dr. Semih Baskan (39), Dr. Raşit Tükel (38), Dr. Cem Terzi (37), Dr. Serhat Ünal (33), Dr. Şadi Yenen (29), Dr. Haluk Özen (28), Dr. Tuğrul Çavdar (27)seçildi. Yine 27 oy alan Dr. Serhat Işık, Dr. Çavdar lehine feragat etti. UEMSTemsilciliğine Prof. Dr. İskender Sayek 32 oy alarak seçildi. Yürütme Kurulu, Genel Kurul�dan hemen sonra yaptığı ilk toplantısında Prof. Dr. Semih Baskan�ı Başkan, Prof. Dr. Serhat Ünal�ı ikinci Başkan, Doç. Dr. Raşit Tükel�i Muhasip üye seçti.

İşyeri hekimliği kursları yapıldı. İşyeri hekimliği sürekli eğitim etkinliklerinden olan Btipi sertifika eğitim programı 25-26 Eylül 1999 tarihlerinde yapıldı. Kursa 157 meslektaşımız katıldı. Kurs, işyeri hekimliği ve işçi sağlığı alanında, teknik, idari ve hukuki gelişmelerin anlatıldığı ve grup çalışmalarının renklendirdiği bir içerikte sunuldu. 16-24 Ekim 1999 tarihinde düzenlenen A tipi temel sertifika kursuna ise 216 meslektaşımız katıldı. Kursa, sıralamada ismi bulunan hekimler çağrıldı. İstanbul�da yaklaşık 3500 işyerinde 3000�e yakın işyeri hekimi arkadaşımız görev yapıyor. İstanbul�da yaklaşık 5500 sertifikalı hekim bulunmakta, halen 930 hekim (bu sayı her gün artarak değişmektedir)kurs için sıra beklemektedir. TTBkurs takvimine göre İTOolarak her yıl en fazla iki kurs düzenleyebilmekte ve en fazla 400 arkadaşımıza sertifika kazandırabilmekteyiz. Yönetim Kurulumuz son olarak, sırası gelmesine rağmen 3 kez kursa katılamayanları listeden çıkarmayı kararlaştırdı. Böylece hem sıralama aktif hale gelecek, hem de uzun bekleyişlerin bir miktar önüne geçilecek. Kursa davet edilmeniz için aidat borcunuzun olmaması gerekiyor. Lütfen Oda�yı arayarak adreslerinizi güncelleştirin ve aidat borçlarınızı ödeyin. Önce sevimsiz, sonra keyifli, sonuçta mutlu kurslarda buluşmak üzere.

Mesleki Sağlık Güvenlik dergisi. TTB İşçi Sağlığı ve İşyeri Hekimliği Kolu tarafından yayına hazırlanan MSG (Mesleki Sağlık Güvenlik)dergisi yakında işyeri hekimlerinin ve ilgili çevrelerin kullanımına sunulacak.

Kuruluşumuzun 70. yılını anma toplantısı. 18 Kasım 1929 günü Etibba Odası olarak kurulan Odamızın 70. yaş gününde bir anma gecesi düzenlendi. Terakki Vakfı Kültür Merkezi�nde yapılan gecenin programı bir kokteylle başladı. İstanbul Tabip Odası tarihini anlatan kısa film gösterisinin ardından Devlet Operası sanatçılarının şan resitali ve Üç Deniz Topluluğu konseri izlendi.

İstanbul Satranç Turnuvası�nda İstanbul Tabip Odası takımı ilk maçı 4-0, Deniz Harp Okulu ile yaptığı ikinci maçı 3.5-0.5 kazandı. Turnuva devam ediyor.

Asgari ücrete İTO önerisi:Tek katsayı, %30 artış. 2000�de uygulanacak asgari ücret katsayıları için Odamız, Özel Hekimlik Komisyonu�nun önerisini de dikkate alarak laboratuvar ve klinik dallar için tek katsayı belirlenmesini ve ilk 6 ay için %30 artış önermeyi kararlaştırdı. Katsayılar, TTBMerkez Konseyi tarafından odaların önerileri değerlendirilerek belirlenecek.

Onur Kurulu Kararları. İstanbul Tabip Odası Onur Kurulu tarafından verilen ve TTB Yüksek Onur Kurulu�nca onaylanan cezalar açıklandı: Dr. Ali Özden (2 ay meslekten men), Dr. Önal Gürsan (Uyarı), Dr. Bekir Kemertaş (1 ay meslekten men), Dr. Osman Nuri Başer(1 ay meslekten men). Onur Kurulu, Yönetim Kurulu tarafından hazırlanarak sunulan dosyaları karara bağlarken �Uyarı�dan �6 ay meslekten men cezası�na kadar takdir hakkını kullanıyor. Yüksek Onur Kurulu�nun onayladığı cezalar kesinleşiyor.

TUS Aralık sınavının İstanbul�da yapılması için Odamızca ÖSYM�ye yapılan başvurudan sonuç alınamadı.

Lütfen kaydedin: iç hat numaralarımız değişti
Oda�yı aradığınızda istediğiniz birime veya kişiye daha kolay ulaşabilmek için, iç hat numaralarını kullanınız. Santralimize eklenen yeni hatlar nedeniyle, önceki iç hat numaralarının başına �1� rakamı getirildi:
111:İlk başvuru sekreteri,
114:Üyelik İşleri Bürosu,
117:Hekimlik Uygulamaları Bürosu,
122:İşyeri Hekimliği Bürosu,
118:Muhasebe, 128:Yayın Bürosu.
Daha iyi bir iletişim için üyelik bilgilerinizi güncelleştiriniz.

2000 yılı için Sağlık Kataloğu
Sağlık alanında İstanbul ile ilgili bilgileri derleyen bir rehber kitap hazırlanıyor. Bu konuda Odamız ile kitabın hazırlık ve basımını üstlenen Sagün firması arasında sözleşme imzalandı. Kitapta sağlıkla ilgili genel bilgiler, sık kullanılan mevzuat, sağlık kuruluşları hakkında bilgiler ve istatistiklerin yanısıra İstanbul�daki hekim, dişhekimi, eczacı ve veterinerlere erişme yolları da yer alacak. Bu amaçla üyelerimize ilişkin bilgilerin hızla güncelleştirilmesi planlanarak tüm sağlık kuruluşlarından kurumları ve çalışan hekimlerle ilgili bilgi istendi. Rehberin önemli bir boşluğu doldurması bekleniyor.
Sağlık 2000�e, doğru kaydolun:İstanbullu hekimlerin çalıştıkları kurumlar ve iletişimleri ile ilgili eksik ve yanlış bilgilerin yer almaması için Odayla ilişkiye geçmeleri gerek. Güncelleştirilen bilgiler içinde telefon ve faks numaraları ile varsa elektronik posta adreslerini de bildirmekte yarar var.
İlan isteyenlerden yetki belgesi sorun: Bu rehber kitapta ilan vermek isteyen kişi ve kuruluşların İstanbul Tabip Odası tarafından verilen yetki belgesini aramaları hatırlatılıyor. Bu kitap için ilan toplama yetkisi Sagün firmasına verildi. Kitapta yer alacak ilanların İstanbul Tabip Odası�nın belirlediği ilkelere uygun olması gerekli.

 


GÜNDEM

Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü
İstanbul Tabip Odası saldırıyı kınayan bir basın bildirisi yayınladı, Cumhuriyet ve ADD�ye mesaj gönderdi. Cumhuriyet İstanbul Merkezi�ne başsağlığı ziyaretinde bulunuldu. Ankara�da yapılan törene Yönetim Kurulu üyeleri Arıoğul, Ongan, Yıldız, Baripoğlu ve Eraksoy; İstanbul�daki törene ise Basın Sözcümüz Dr. Rıfat Yücel katıldı. Yönetim Kurulu, Kışlalı�nın daha önce kaleme aldığı ve bu sayfalarda özeti sunulan �Demokratik Toplumcu Çağrı� başlıklı metni hekimlerin incelemesi ve benimseyenlerin imzalaması çağrısı yaptı.

�Demokratik Toplumcu Çağrı�*
ÜLKEDE DURUM
Toplumumuz, Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli bunalımıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Laik demokratik cumhuriyet tehdit altındadır. Bu geçici değil, yapısal bir bunalımdır.
Bunalımla savaşmak durumunda olan devlet kurumlarının çoğu yozlaşmıştır. Devlet yapısındaki hastalıkları gidermek görevindeki siyasal partiler ise tabanlarından ve dolayısıyla toplumdan kopmuşlardır. Partiler demokrasisi liderler rejimine, daha doğrusu genel başkanlar diktatörlüğüne dönüşmüştür. Kitlelerde giderek yaygınlaşan umutsuzluğun nedeni bu çıkmazdır.
Ortaya çıkan bu olumsuz tablo içindeki en önemli umut ışığı ise, devletten ve siyasal partilerden kesilen umutlar sonucu, sayıları hızla çoğalan �sivil toplum� örgütleridir.
Bugünkü yapısal bunalım, büyük ölçüde �Atatürk�e evet, Kemalizme hayır� diyen bir zihniyetin, toplumumuzun son yarım yüzyılında egemenleşmesiyle oluşmuştur.
Devletin ve eğitimin laik yapısı bozulmuştur. Eğitimin paralı duruma dönüşmesiyle fırsat eşitliği daha da zedelenmiş; toplumsal uçurumlar daha da büyümüştür. Sosyal devlet ilkesinden uzaklaşırken doğan boşluktan dinci vakıf ve dernekler yararlanmışlardır. Bağımsız yargı ve özerk üniversite gibi, demokrasinin gelişmesini kolaylaştıracak olan kurumlar yozlaştırılmış ve yıpratılmıştır. Korkusuz yaşama özgürlüğü tehdit altındadır.
Toplumumuzun büyük özverileri ile oluşturulan kamu işletmeleri yozlaştırılmış, devlet sırtından yeni zenginler türetmenin aracı olarak kullanılmıştır. Türkiye dünyada gelir dağılımı en bozuk on altıncı ülke konumuna düşerken; emeğin, gerçek üreticinin ulusal gelirden aldığı pay azalmış, sermaye gelirleri sağlıksız boyutlarda artmıştır. Toplumsal dengesizlikleri azaltacak olan planlama ve �sosyal devlet� anlayışı giderek terk edilmiştir. Para �en yüce değer� yapılmış, ahlaki değerler çürümüştür. Bu çarpıklıklara karşı oluşan tepkilerden, şeriatçı akımların yararlanması yolu açılmıştır.
Irkçı-şeriatçı bir ideolojik karışım, giderek devletin önemli kurumlarında egemenleşmektedir. Devlet yansızlığını yitirmiş, herkesin devleti olma özelliğinden uzaklaşmıştır. Demokrasinin temelini oluşturan emek-sermaye dengesi yok edilmiştir.

ÇÖZÜME GİDEN YOL
Gerek Türkiye�de gerekse dünyada çağımızın gerekleri, �demokrasi� ve �hakça toplum� isteklerinin bir arada karşılanmasını zorunlu kıymaktadır. Demokratik toplumcu bu çerçeve, sağlıklı, huzurlu, insan onuruna yakışır bir toplumsal düzenin önkoşulu olmaktadır. Ne demokrasiyi erteleyerek ya da demokrasiden vazgeçerek toplumsal adalete ulaşılabilir; ne de sosyal devlet anlayışı bir kenara bırakılarak, gerçek, kalıcı ve katılımcı bir demokrasi kurulabilir.
Liberalizmin ve sosyalizmin -tarihsel koşullar içinde oluşan- bu sentezi, 2000�li yıllara damgasını vuracak olan ideolojidir. Amaç, üreten ve hakça paylaşan bir toplum ve o toplumun koşullarına uygun bir sosyal hukuk devletidir. Toplumu yeniden esenliğe çıkarmak ve ülkeyi üçüncü bin yıla hazırlamak için, devleti hastalıklarından arındırmak gerekmektedir. Bir zamanlar kitleleri peşinden sürükleyen birçok ideolojinin çekiciliğini yitirdiği, ırkçı ve şeriatçı eğilimlerin karanlıkları çağrıştırdığı bir ortamda, hakça bir düzenin yolunu açacak Kemalizm, öncelikle Türkiye�nin bugünkü koşullarında, yeniden güncellik ve çekicilik kazanmıştır.
1923 Devrimi�nin laiklik, cumhuriyetçilik ve ulusçuluk ilkeleri, liberalizmden ve Fransız devriminden esinlenmiştir. Halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ise, bir bütün olarak sosyalizm yani toplumculuk çerçevesi oluşturmaktadır. Kemalizm, demokratik toplumculuğun Anadolu koşullarında oluşan ve gelişmekte olan ülke gereksinimlerini de karşılayan özgün bir modeldir. Kemalizm, ne Atatürk�ün bekçiliğidir, ne de 1920 koşullarında yapılmış olanların toplamıdır. Kemalizm �demokratik toplumcu� bir öze sahip, �sürekli devrimcilik� ilkesine dayalı, bir çağdaşlaşma ideolojidir. Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, �geleceğin öncülüğü�dür.

GÜNDEMDEKİ SORUNLAR
Etnik sorunların çözümü, ulus devleti yıkmaktan geçmez. Ulusu oluşturan tüm bireylerin eşit hat ve özgürlüklere kavuşturulmasından, bölgeler ve sınıflar arası aşırı dengesizliklerin giderilmesinden ve yerel demokrasi anlayışının güçlendirilmesinden geçer. Farklılığı kurumsallaştırma yönündeki her adım, sadece ülkenin geneline değil, özellikle de Güneydoğu halkına zarar verecektir. Toplumda etnik farklılıkları kurumsallaştıran model, Balkanlar�da yerini bir kan gölüne terk etmiştir. Yaşadığımız tarih, benzerlikleri kurumsallaştıran Atatürk�ün haklılığını kanıtlamıştır.
Küreselleşme gerçeğini kabul etmek başkadır, ulusal çıkarları Yeni Dünya Düzeni�ne feda etmek başkadır. Ulusal devlet, Yeni Dünya Düzeni içinde, egemen güçlerin karşısında tek engeli oluşturması açısından da önemlidir. Bir nokta gözden uzak tutulmamalıdır: Atatürk dönemi, kapıların dünyaya kapatıldığı değil açıldığı, Türkiye�nin bölgesi ile ve dünya ile bütünleştiği, eşit uluslar arasındaki bir küreselleşmenin ülkemiz tarafından savunulduğu, çok başarılı ve onurlu bir örnek oluşturmuştur.
Özelleştirme, sadece �sosyal devlet�i değil, aynı zamanda �ulusal devlet�i de yok etmenin bir aracı olarak kullanmak istenmektedir. Özelleştirmeyi meşru kılabilecek tek neden, �toplumun ortak yararı�dır.
Eğer zarar eden değil de kâr eden bir kuruluş özelleştirilmek isteniyorsa; daha ileri bir üretim düzeyine geçmek söz konusu değilse; ekonomik güç halka değil de iç ya da dış bazı odakların eline geçecekse; özelleştirmede �toplumun ortak yararı� bulunduğundan elbette ki söz edilemez. Toplumun ortak yararının gerektirdiği yerde özelleştirmeye �evet� diyen Kemalizm; gene ortak yararın gerektirdiği durumlarda, kamulaştırmaya ya da yeni kamu girişimleri oluşturulmasına da �evet� der.
Çevre sorunlarının çözümünde, temel yaklaşımın ne olması gerektiği bellidir: Tüketim fetişizmi kışkırtılmamalıdır. Dayanıklı, en az malzeme ve enerji kullanan tüketim özendirilmelidir. Suyu ve güneş enerjisini, evlerde ve işyerlerinde biriktirip yeniden kullanan, çok amaçlı kültür tarımına yönelen, taşıma ve ulaşım mesafelerini en aza indiren çözümler geliştirilmelidir.
1923 Devrimi�nin attığı tohumlarla yeşeren kadın hareketi, çağdışı eğilimlere karşı gelişen toplumsal direnişin en önemli odak noktalarından birisini oluşturmaktadır. Kadın hareketi, toplumdaki çarpıklık ve eşitsizliklere karşı köktenci bir başkaldırı olarak kalmamaktadır; aynı zamanda toplum ve insan ilişkilerini A�dan Z�ye yeniden yapılandıracak bir savaşımın yola çıkış ve dayanak noktası olmaktadır.

SONUÇ
Türkiye�nin bugünkü çıkmazında, işçisiz bir sol ve solsuz bir demokrasi arayışlarının rolü yadsınamaz. Bu akıl dışı arayışlar, yolsuzluklar ve çözümsüzlüklerle tıkanan ve çürüyen bir siyasal ortam oluşturmuştur. Kemalizmi yadsıyan kesimlerinin tükenmişliğidir.
1920�ler Türkiyesi�nde çağdaş anlamda bir işçi sınıfı yoktu. 1923 Devrimi, toplumda var olan güçlerle yürümek zorundaydı. 1970�ler Türkiye�sinde ise, emekçi sınıfların Kemalizme kazandırılmasıyla yeni bir umut doğmuştur. Şimdi çağdaşlıktan yana güçleri bir araya getirecek olan öz de, gene aynı çerçevede aranmalıdır.
Demokratik toplumcu düşünceye hem yeni destekler sağlayacak, hem de bu düşüncenin eylemini yenileyerek geliştirecek iki önemli yeni kaynak da çevreci yeşil ve kadın hareketleridir.
Türkiye bugün çok zor bir dönemden geçmektedir. Ama karşı karşıya bulunduğumuz zorluklar, 1920�lerde Anadolu devrimini gerçekleştirenlerin aşmak zorunda kaldıkları zorlukların yanında çok küçük kalmaktadır.
Çıkış yolunun ilkeleri bellidir. O ilkeleri paylaşanların demokratik birlikteliği; yozlaşmış yapıların yıkılmasına, devletin ve toplumun yeniden sağlığına kavuşmasına yetecektir.
Gün, karanlığa karşı güçlerin örgütlenmesi ve dayanışması günüdür. Ülkenin içinde bulunduğu ortamdan endişe duyan herkesin, konumu ne olursa olsun, mutlaka yapabileceği bir şey vardır.
Biz bu bildiriyi imzalayanlar, bu düşünceler etrafında dayanışma ve çaba gösterme kararındayız. Partisi ya da sivil toplum örgütü hangisi olursa olsun; bu görüşleri paylaşan herkesi, aynı yönde dayanışmaya ve çaba göstermeye çağırıyoruz.
* Ahmet Taner KIŞLALI

 


Şimdi de �vardiyalı çalışma�
Sağlık Bakanlığı, altısı İstanbul�da olmak üzere Bakanlığa bağlı toplam 13 hastanede 11 Ekim�den itibaren vardiyalı çalışma uygulamasını yürürlüğe koydu. Başkan Prof. Dr. Orhan Arıoğul, Yönetim Kurulu adına 8 Ekim günü Sağlık Bakanı Doç. Dr. Osman Durmuş�a gönderdiği mektupla uygulamaya ilişkin görüşlerini iletti. Dr. Arıoğul, hem vardiyalı çalışma projesini hem de Bakanlığın konuyu gündeme getirme yöntemini eleştirdi.
�Göreve başladığınız aylarda basına bu proje hakkında açıklamalar yaptığınıza tanık olmuştuk. İstanbul Tabip Odası olarak Sağlık Bakanlığı�ndan yazılı bilgi istediğimizde, bize göre aydınlatıcı olmayan sadece iki paragraflık bir yanıt almıştık. Gönül isterdi ki, Sağlık Bakanlığı böyle ciddi bir konuda proje geliştirirken meslek örgütümüzün de görüşlerini alsın. Hiç olmazsa hazırlanan tasarının bir örneğini ilgili kuruluşlara ve meslek örgütümüze de iletsin� diyen İstanbul Tabip Odası Başkanı, �Sağlık alanındaki bütün iyiniyetli arayışların hüsranla sonuçlanmasının önemli nedenlerinden birinin, tasarıların çok yönlü katkılarla olgunlaştırılmamış olması olduğuna inanıyoruz.� diye belirtti.

VARDİYALI ÇALIŞMA SİSTEMİNİN GEREKÇELERİ
� Hastanelerde poliklinik hizmetlerinin 8.00-16.00 arasına sıkışması nedeniyle aşırı yığılmalar olduğu,
� Hasta yoğunluğu nedeniyle hekimlerin hastaya yeterli zaman ayıramadığı,
� Tomografi, MR ve röntgen merkezlerine çalışanların yasa gereği günde 5 saatle sınırlı görev yapmaları nedeniyle taleplerin karşılanamadığı,
� Bu nedenle hastane dışına sevklerin arttığı, hastalara 6 aya varan sürelerde randevu verildiği,
sonuç olarak, mevcut çalışma saatleri nedeniyle etkin, nitelikli ve kesintisiz hizmet verilemediği düşünülmektedir. Vardiyalı çalışma sistemiyle bütün bu olumsuzlukların tersine çevrileceği, bu arada nitelikli insangücünden optimal yarar sağlanabileceği varsayılmaktadır. Vardiyalı çalışanları teşvik amacıyla döner sermayeden daha yüksek prim ödenmesi, gece vardiyasındakilere servis hizmetleri verilmesi planlanmaktadır.

TEŞHİS YANLIŞ: YIĞILMANIN VE DIŞARI SEVKLERİN NEDENİ MESAİ SAATLERİ DEĞİL
Polikliniklerde yığılmalar olmasının, kamu hastanelerinde insangücü ve teknolojik olanakların kullanılamayışının nedenleri konusunda Sağlık Bakanlığı�nın tespitlerine katılamıyoruz.
Sağlık ocakları, dispanserler, işyeri hekimliği gibi birinci basamak sağlık hizmetleri geliştirilip, ülke sathında nitelikli sağlık hizmeti yaygınlaştırılmadan polikliniklerde yığılmanın önüne geçmek mümkün değildir, akılcı değildir. İstelik sizin de iyi bildiğiniz gibi ekonomik değildir. Hastanelerden dışarı sevklerin nedeni de, radyologların günde 5 saat ile sınırlı çalışmaları olarak görülemez.
Sağlık Bakanlığı�nın vardiyalı sisteme geçiş için gerekçe olarak gösterilen konularla ilgili bir araştırması olup olmadığı merak konusudur. Örneğin İstanbul�daki kamu hastanelerinden dışarıya MR veya tomografi için sevk edilen hasta sayısı ve nedenleri araştırılmış mıdır? Haydarpaşa Numune Hastanesi gibi büyük bir merkezde bile zaten tomografi cihazı olmadığı, İstanbul�da MR tetkiklerinin biri hariç hiçbir eğitim hastanesinde yapılamadığı, dolayısıyla üç değil beş vardiya uygulasa da sevklerin önüne geçilemeyeceği bilinmiyor mu?
Polikliniklerde görülen kuyruklar ve yığılmalar üzerine bilimsel bir araştırma var mı? Hastalar hangi aşamada yığılıyor? İlk muayene için sıra beklerken mi? İcret veya resmi evrak işlemlerini yaparken mi? İstenen tetkikler için dolaşırken mi? İlk muayene oldukları poliklinik dalı ne kadar isabetli? Bunlar ortaya konmadan sorun tedavi edilebilir mi?
Bu nedenle mesai saatlerinin sınırlaması kalktığında işlerin yoluna gireceğinin varsayılması yanlıştır.
Öncelikle hekim sayısı yönünden bazı dallar için vardiyalı çalışma mümkün olsa bile hemşire, teknisyen ve yardımcı personel sayısının kesinlikle yetmeyeceğinin bilinmesi gerekir. Şu an bile gerekenin neredeyse üçte biri ile hizmeti yürüten hastanelerin çok sayıda personel almaları gerekir. Aynı gereksinim teknoloji için de geçerlidir. Yeni biyokimya, röntgen, tomografi ve MR cihazları gerekecektir. Bu durumun ekonomik maliyeti sağlanan yararla karşılaştırılmalıdır.

HASTALARA VE ÇALIŞANLARA NE GETİRİR?
� Günün daha geç saatlerinde muayene olabilmek özellikle çalışan nüfus için bir avantaj sayılabilir. Ancak istenen aynı zamanda laboratuvar tetkikleri de yapılabilmelidir. Oysa bir kısmı aç karna yapılması gereken incelemeler için ertesi gün tekrar hastaneye gelmek gerekebilecektir.
� Eğer bir sağlık çalışanı, bugün yaptığı aynı birim işi gece mesaisinde yapacaksa iş yükünde büyük bir artıştan söz edilemez. Ama gece çalışmanın insan vücudu için daha zor olduğu ihmal edilmemelidir.
� Sağlık çalışanlarının bir kısmı şu an bugüne kadar uygulanan sisteme göre yaşam düzenini kurmuştur. Çocukların bakım ve eğitimi, aile düzenleri vardiyalı çalışma sisteminden etkilenecektir. Bu gelişmelerden en çok zarar görecek olanlar belki de sağlık çalışanlarının çocuklarıdır. Hastanelerdeki deneyimli hemşirelerin pekçoğunun bu nedenle sağlık ocaklarına tayin yaptırdıkları veya geçici görevle normal mesaisi olan yerlerde çalıştıkları bilinmektedir. Birçok hemşire ve kadın hekim, çocuğuyla vardiyalı çalışma arasında tercih yapmaya zorlanacaktır. Kaybeden hastaneler olabilir.
� Kazanılmış hakların geri alınması söz konusu olmamalı. Muayenehanede veya serbest çalışan hekimlerin, ikinci işlerinin iptaline yönelik düzenleme yasal değildir.
� �Döner sermayeden verilecek paylar� sağlık çalışanlarını ne kadar teşvik edecektir? Halen eğitim hastanelerinin birçoğunda dağıtılan döner sermaye payı yasadaki üst sınırların zaten çok altındadır. Bu hastaneler döner sermayeleriyle cari giderlerini ancak karşılayabilmekte, başhekimlerin iradesine bağlı olarak bir miktar döner sermaye payı dağıtmaktadır. Gece vardiyasında çalışanlar için buna %50 eklenmesi yeterince özendirici olmayabilir.
� Sağlık çalışanlarının her zaman endişe ettiği bir diğer konu da yükün eşit dağıtılmayacağı kaygısıdır. Vardiyalı çalışma düzeni, çalışanlar üzerinde bir baskı aracı olabilir. Bugün verilen keyfi cezalardan biri, hekim veya sağlık çalışanını semt polikliniklerine veya geçici görevlere göndermektir.
� Hastanelerde gece yemekleri sağlık çalışanları için her zaman sorun olmuştur. Nöbetlerde bile sağlanamayan kalite, personel sayısı arttığında daha da düşecektir.
� Gece vardiyasında çalışanlar için taşıma ve servis hizmetleri öngörülmüştür. Bu hizmetler hastanelerin kendi kadrolarıyla yürümediği için dışarıdan hizmet satın alınacaktır. Ne kadar ekonomik olduğu bir yana, taşeron firmalarla yürütülen temizlik, yemek, bilgisayar ve mutfak hizmetlerinin hastanelerin başına açtığı sorunlar dikkate alındığında �kadro yoksa hizmet satın alın� öğüdünün ne kadar akılcı olduğu tartışılır.
� Uygulama eğitim faaliyetlerini de etkileyecektir. Vardiyalı çalışma sistemine eğitim hastanelerinden başlamanın gerekçesi bilinmiyor. Hekimlerin iki vardiya şeklinde çalışmalarının eğitim etkinliklerini aksatacağı açıktır. Çünkü ders, seminer ve makale saatleri gibi eğitim etkinliklerinde herkesin birarada olması zorlaşacaktır. Eğiticilerin ertesi gün yapılacak eğitim etkinliklerine hazırlanması zorlaşacaktır.

ÇÖZÜM: TEŞHİSİ DOĞRU KOYALIM, TEDAVİ KOLAYLAŞIR
Kamu yöneticileri nitelikli ve yaygın bir sağlık hizmeti sunmayı öncelikli bir görev sayarsa çözüm kolaydır. Hekimler ve tabip odaları akılcı, bilimsel ve adaletli her öneriye sonuna kadar destek vermeye, gerekirse özveride bulunmaya her zaman hazırdır. Ancak mesai düzenlemelerinin çözüm aramaya başlamak için iyi bir ipucu olmadığını peşinen söyleyebiliriz.
Kısa sürede tamamlanabilecek gerçekçi bir fizibilite çalışması yapılmadan vardiya sistemine geçmek, sağlık hizmetlerinde yeni bir hayal kırıklığı yaratacaktır. Deneme-yanılma yönteminin kamu sağlık kurumlarımızı yıpratacağı kaygısını taşıyoruz. Oysa hastanelerimiz bilimsel, katılımcı ve çağdaş bir yaklaşımla kısa zamanda hekimlerin ve halkın layık olduğu noktaya gelebilir.
Kamu Hastaneleri Komisyonu, vardiyalı çalışma sistemi uygulanan hastanelerle ilgili bir rapor hazırlarken Yönetim Kurulu yeni sistem içinde görev alan üyelerle görüş alışverişi yaptıktan sonra kamuoyunu bilgilendirmeye ve gerekli girişimlerde bulunmaya karar verdi. İlk olarak bütün klinik şeflerinin vardiyalı çalışmaya ilişkin görüşlerini sorgulayan bir anket uygulandı. Yanıtlar gelmeye devam ediyor. İlk sonuçlar, şeflerin eğitim hastanelerinde böyle bir uygulamayı doğru bulmadıklarını gösteriyor.
Yönetim Kurulu, 27 Ekim�de yaptığı toplantıda vardiyalı çalışma uygulamasına katılan tüm hekimlerin somut bilgilerle uygulama hakkındaki değerlendirmelerini, çalışma koşulları, hastalara katkısı, yaşamlarını nasıl etkilediği yönünden görüşlerini yazılı olarak Oda�ya iletmelerini istemeyi kararlaştırdı. Dileyen hekimlerin bu görüşlerini klinik şeflerine ve hastane yöneticilerine de iletmelerini önerdi.

 


FORUM DOSYASI

Demokratik? Kitle? Örgüt!
Tanıl BORA
Bildiğim en sabırlı ve en yetenekli DKÖ�cüye, Dr. Şükrü Hatun�a
Türkiye�de demokratik kitle örgütlerinin 1960�ların sonundan 1970�lere uzanan �önemli olma�uğraşına emek vermiş, bu yapıların devlete mahkûm birer seçkinler kulübü olmaktan çıkıp etkili toplumsal muhalefet odaklarına dönüşmesine katkıda bulunmuş... ama şimdi -hiç de sağcılaşmış falan olmamalarına rağmen- DKÖ�lerden sıtkı sıyrılmış bazı �abilerden-ablalardan�duyduğum acı bir şaka var. �Ne demokratik, ne kitlesel olan örgütler� diyorlar DKÖ�ler için!Elbette biraz zalimce bir şaka, ama büsbütün yersiz olduğunu söyleyebilir miyiz, �şakadır� deyip geçebilir miyiz?
D-Kitle-Ö�lerden tabiî ki görev tanımlarının kapsadığı bütün kitleyi temsil etmelerini bekleyemeyiz, çıkarları bir camianın çoğunluğunkiyle sınıfsal ve toplumsal olarak çelişen gruplar, ya da yönetimdeki çizgiye muhalif eğilimdekiler her zaman olacaktır. Fakat kitlesellik iddiası, herhalde, �kitle�tanımını hak edecek bir çokluğun aktif bir biçimde temsil ediliyor olmasını, böyle bir çokluğa hitap edilmesini gerektirir. �Kitle� kavramının çağrıştırdığı anonimliğe uygun olarak, harhangi bir jargona kapılmayan, geniş ve çoğul bir topluluğa hitap etmeye elverişli �duru�bir dil kullanılmasını gerektirir. (�DKÖ�kısaltmasının çoğu kez açımlama ihtiyacı duymadan bir şifre gibi telâffuz edilmesindeki rahatlık, işte bu hassasiyetten uzaklığı düşündürüyor)DKÖ�lerin mevcut halinde, potansiyel kitleyi �verimli�kullanma becerisinin yüksek olduğunu söylememiz zor. Sıkı örgütçü olmayan ya da çağıl çağıl politize olmaktan uzak nice hekim biliyorum ki örneğin, sağlık politikası alanında ya da belirli bir özgül konuda söyleyecek sözü var, bu söz Tabip Odası�nın genel çizgisini geliştirecek nitelikte, ama dostumuz Tabip Odası�na uzak. İstisnâî olduğunu hiç sanmadığım ve örgütçülük dünyasında �demokrat unsur� diye geçiştirilegelen bu �kitle�nin faaliyetlere dahil edilmesinin, DKÖ�lerin tıkanıklıklarını aşmasında kilit rol oynayabileceğine inanıyorum. Özellikle kitle-meslek örgütlerinin, uzmanlık alanlarıyla ilgili güvenilir, ikna edici bir referans kaynağı olmayı başarmaları, onların loncacı çıkar örgütleri olmaktan çıkıp kamusal çıkarları örgütleyen şebekelere dönüşmeleri için olmazsa olmaz bir şart. Kalifiye meslek erbâbının, kendi uzmanlık bilgisi �tahrik edilerek�, işin içine katılması işte bunun için çok önemli! Demokratik-KÖ sıfatını hak etmeleri için gereken şart ise, bu işlevlerini üstten bakan bir hikmet sahibi edâsı takınmadan, mütehakkim başöğretmen havasına girmeden yapmaları, uzmanlık bilgilerini, o bilgiden uzak tutulan �aşağıdakiler�le paylaşarak yeniden üretmeleri (Bilgiyi yeniden üretmekten söz ediyorum, o bilgiyi �sistem emekçiler eziyor�
ezberiyle ikame etmekten değil).
Demokratik-KÖ�lerin bu sıfatıyla ilgili sıkıntıya, Hekim Forumu�nun Temmuz-Ağustos sayısında Dr. Özcan Baripoğlu değinmişti. �Sabırsız-yetenekli�leri örgüt faaliyetlerinden yıldıran �yeteneksiz-sabırlı�ların oluşturduğu yönetim kastları,boğucu �abi-abla�otoriteleri, meslekten DKÖyöneticileri. Beri yandan, örgüt profesyonellerinin tamamının �yeteneksiz-sabırlı�lar olduğunu söylemek elbette büyük ayıp olur. Lâkin ironik bir Fransız atasözü �Taht asilleştirir�buyurur. Kastedilen, makam ve mevkilerin onu işgal edenleri �kendine benzeteceği�dir. Yönetimde kaşarlanmanın, nice yeteneği örgüt rutini içine soldurduğunu sanırım her sağduyu sahibi teslim eder. Alışverişli ve devir-teslimli olmayan bir örgütsel döngü, kendi başına amaç haline gelme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
DK-Örgütleri�nin en tartışma götürmez vasfı bu olsa gerek:-Kurumsallaşmadaki yetersizliklerini bir yana bırakırsak- bunlar herşeyden evvel örgüttür ve katılımcıları nezdinde salt örgüt olmakla bir değere sahiptir, �mevzi�dir. Birçok �profesyonel� açısından, örgütün bekası ve �bayrak gösterme�si aslî amaç haline gelmiştir. Bunda anlaşılır bir yan da vardır, toplumun umumi karanlığı içinde buraların soluk alınacak adalar gibi görüldüğünü biliyoruz. Özellikle TMMOBve TTB bu nedenle aktif üyelerince bir araç ya da platform olmaktan öte bir �ortam�, bir �hayat� ve bir �değer�olarak vasıflandırılıyor. TTB�yi son on yılda silkindiren hareketlilik, bu değerbilirliği bir kendine tapınma olmaktan ya da loncacı-elitizmden çok farklı olmayan bir muhafazakârlığa benzemekten çıkartmak için, örgüt içi yönetim kültürünü ve alışkanlıklarını da masaya yatırmaya gayret etmiş, iç demokrasiye hayatî önem vermişti bildiğim kadarıyla (Dr. Şükrü Hatun�un On Yıl kitabında, başka pek çok şeyin yanısıra, bu da var.)Bir DKÖ, standart bir bildirinin altındaki imza kalabalığını çoğaltmaktan daha ileri bir şey olacaksa, gerçekten hayatî bir kaygı bu.

 


Türkiye�de demokratik kitle örgütleri / sivil toplum örgütleri
Doç. Dr. Şükrü HATUN*
Bilindiği gibi ortak tarihimiz, aynı zamanda isimlerin ve kavramların ehlileştirilmesi tarihi. Giderek içinde daha az muhalefet içeren kavramlar kullanılıyor. Günümüz Türkiye�sinde sivil toplum örgütleri kavramının büyük bir gövdesini teşkil eden, eskinin demokratik kitle örgütleri de bu kaderi paylaşıyor. Öncelikle bütün �hükümet dışı kuruluşların� ortak bir isim altında toplanması doğru mu? Bence daha fazla ayrıntıya inen bir kavramsal çerçeveye ihtiyacımız var. Eğer bu kavramsal çerçeve konusunda ilerleyemezsek ihtiyacımıza yönelik yol gösterici bilgileri, tutumları üretemeyiz gibi görünüyor.
Şu anda öyle bir manzara var ki, Sivil Toplum Örgütleri devletin dışında olmasından dolayı, otomatik olarak olumlu, değerli, hatta ileri olarak görülebiliyor. Bu anlamlarını da negatif bir tanımlamadan, hükümet dışı, devlet dışı olmalarından alırken, nasıl siyasi partiler ve parlamento otomatikman kendini bu toplumun meşru temsilcileri olarak görüyor. Bunun sorgulanmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü dünyada şu andaki eğilim, devletin kendisini bir tür yeniden üretmeye doğru gittiğini gösteriyor. Devleti küçültme operasyonuna eşlik eden bir sivil toplum operasyonundan da söz etmek gerekiyor. Amerikan üniversitelerinin bu projeye önemlice para yatırmasının da bir belirti olarak kabul edilebileceğini düşünüyorum. Ortadoğu�da Sivil Toplum projesi. Doğu Avrupa�da benzer uygulamalar söz konusu. Tabii hangi içeriği verdiğimiz önemli. Bu nedenle de sivil toplum örgütlerinin devletle ilişkisi meselesi çok kritik. Devlet toplumda her şeyin kristalize olduğu bir nokta, devlet konusunu konuşmadan hiçbir şeyi konuşamazsınız. Tabii devletle ilişkiyi konuşurken, nasıl bir toplumsal ufka sahip olduğunuz çok önemli. Siz bu toplumun ilelebet böyle kalmasını isteyerek bir örgütlenmeden mi yanasınız, yoksa elinizdeki örgütlenme imkanlarını başka bir topluma (herkese göre değişik olabilir bu toplumun tanımlaması)gitmenin imkanları olarak mı görüyorsunuz?Bu soru neden önemli, eğer siz bu toplumun ilelebet bu şekilde sürmesi (bu toplumun özelliklerini, hepimizi ezen, yok eden yanlarını anlatmaya hiç gerek yok)anlayışına sahipseniz demokratik kitle örgütlerinin şu andaki işlevleriyle şu andaki amaçlarıyla yetinebilirsiniz. Ve o zaman da, sivil toplum örgütü ismi çok daha makul bir isim, çok daha teknik bir isim, hatta çok daha nötr bir isim olur.
Türkiye�de bu konuyla ilgili problemin bir kaynağı da kamu, kamu yararı ve devlet kavramları arasındaki büyük benzerlik. Biliyorsunuz Türkiye�de bağımsız kamu yararı ideolojisi, devletin dışında olmuş, daha çok topluma denk gelen bir kamu ideolojisi çok yok. Yolu devlete çıkan bir kamu yararı, kamu var Türkiye�de. Öyle olunca buralarda da bir kavram temizliğine ihtiyaç var. Bu örgütlerin devletle ilişkilerinde asli özelliği ne olacaktır?
Bu örgütler, demokratik kitle örgütleri (aslında ben eski terime daha fazla yakınlık duyuyorum)hangi tür tepkilerin, hangi tür taleplerin sözcülüğünü yapabilir?Bilindiği gibi toplumda çok fazla çelişki bulunmakta, yani her gün hepimizin hayatını etkileyen, bazılarımızın hissettiği, bazılarımızın bildiği, bazılarımızın çok fazla yaşadığı çelişkiler. En önemlisi artık unutulmaya yüz tutturulmaya çalışılıyor, emek-sermaye çelişkisi. Ama onun dışında çok daha dolayımlı çelişkiler söz konusu. Bunlardan bir tanesi ideolojik rasyonalitenin egemenliğinden doğan çelişkiler, hayatın giderek teknolojiye bağımlı olması ve insanın kendisini, kendi doğasını, dışındaki doğayı yitirmesiyle ilgili çelişkiler. Onun dışında bürokratik rasyonalitenin egemenliğinden doğan çelişkiler var. Buna birçok şey eklenebilir, aileyle, toplum mensuplarının gündelik yeniden üretimiyle, özel hayatlarıyla ilgili çelişkiler de söz konusu. Demokratik kitle örgütleri ya da sivil toplum örgütleri daha çok emek-sermaye çelişkisine birkaç dolayımla indirgenebilecek çelişkilerin/taleplerin sözcülüğünü yapan örgütler, o nedenle de aslında yaptıkları işlevler toplumdaki temel sınıfsal sorunlara bir yerde ulaşan taleplerin sözcülüğünü yapıyor. 1980 öncesi hayatımızda toplumdaki birçok çelişki çok otomatikman, çok hızlı bir biçimde bu emek-sermaye çelişkisine indirgeniyordu ve her şeyi, her çelişkiyi örtüyordu veya birtakım çelişkileri görünmez kılıyordu. Ben bu tür kavramlaştırmaların aslında işimizi kolaylaştırabileceğini, bu örgütlerin özgün işlevleri konusunda böyle bir kavramlaştırma çabasına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Bu girişten sonra, bu örgütlerin devletle ilişkilerindeki temel sorunlara kısaca değinmek istiyorum. Benim kendi örgütümle ilgili tecrübem de öyle. Türkiye�de veya dünyanın başka bir yerinde de aynı şey söz konusu. Bu örgütlerin önündeki en önemli tuzaklardan biri, otoriter devletçi çözümün bir parçası haline gelmeleri. Dünyada şu anda demokrasinin genişlediği, halkların genişlediği, katılımın arttığı ile ilgili bir düşünceler silsilesi söz konusu. Ama bu söylenirken, hemen hemen hayatın her santimetrekaresinde ciddi otoriter yaklaşımlar da söz konusu. Burada problem şu:Demokratik kitle örgütleri devletle iş yaparken o işi yapmanın doğasından gelen bir sıkıntıyla karşı karşıya geliyorlar. Türkiye�de çok yaygın değil bu, devlet sizinle iş yapmaya yatkın değil. Ama iş yapmaya başladığı zaman aslında o işi yapmanın kurallarını bir miktar size dayatmaya çalışıyor; sizin mesajlarınızı bir miktar hafifletmenizi istiyor; aslında sizi icraya bir miktar ortak etmeye başlıyor ve bu arada sizin o muhalif potansiyelinizi emmek, yok etmek istiyor. Bunun aslında, bizim politika tarihimizde bilinen çok fazla örneği var. Türk-İş sendikacılığıyla ilgili olarak yıllardan beri yapılan böyle bir tespit vardır. O sendikanın, 12 Eylül�de de devletle işbirliği olmuştu; bir tür müşterek icra organı gibi, iş alanının düzenlenmesiyle ilgili devletle işbirliği yapan bir görüntü sergiledi. Aslında böyle olduğunuz zaman, kendinizi sivil toplum, demokratik kitle örgütü olarak tanımlama imkanınızı ortadan kaldırmış oluyorsunuz. O yüzden en başa dönersek, sivil toplum örgütü olmanın yahut da böyle kurulmuş olmanın tek başına otomatikman olumlu bir yanı yok. Siz faaliyetinizi yaparken hangi biçimlerde faaliyette bulunduğunuz, hangi içeriği verdiğiniz önemli. Eğer bununla ilgili bir duyarlılığa sahip değilseniz bir süre sonra aslında devleti toplumda yeniden üreten bir kurum haline gelebilirsiniz ve bu da çok ciddi bir sorun gibi görünüyor.
Diğer taraftan benim de içinde bulunduğum 1980 öncesi deneyimlerin de etkisiyle söyleyebileceğim bir şey; toplumsal muhalefet yapma işlevine, biraz önce benim yaptığım gibi, fazla vurgu yapan örgütlerde de şöyle bir risk ya da problem söz konusu:Bu örgütler bütün enerjilerini önemli ölçüde devlet uygulamalarının değiştirilmesine harcamak durumunda kalıyorlar. Bir örgütün 10 birim enerjisi varsa, 8 birimini �devlet bunu değil de, şunu yapsın�a ayırmak zorunda kalıyor. Aslında bu, Türkiye koşullarında devlet kaynaklı, hükümet kaynaklı bir durum. Bizim örgütte de (TTB), zaman zaman bunu yapıyoruz. Devlet bir yanlış yapıyor, biz devlete niye şu doğruyu yapmıyorsunuz diye ciddi bir mücadele açıyoruz ve bütün işimizi de aslında devletin üzerinden göreceğimiz, görmemiz gerekliymiş gibi bir düşüncenin etkisi altında kaldığımızı düşünüyorum. Bu tabii, örgütlerin hepsi için geçerli olmayabilir; ama Türkiye�de şu anda yoğun bir mücadele yürüten büyük kitle örgütleri için böyle bir problem olduğunu düşünüyorum. Ne yapmak lazım?Aslında, bir yerde yazıldığı gibi, devleti bir tür es geçen bir yönelişe ihtiyaç var. Devleti kategorik olarak önemsemeyen, kategorik olarak olumsuzlayan ama bir tarafta bir şey yapmaya soyunan bir anlayışın yeşertilmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum.
Benzer bir şey; Türkiye�de şu anda hepimizle, belki benimle de ilgili aynı sorun var:Bütün hayat alanlarının ciddi bir şekilde ekonomik ve politik terimlerin istilasına uğradığını görüyoruz. Herhalde olumsuz anlamda bu kadar politikleşen ülke çok yoktur. Hayatın değişik alanlarında sorunların, ihtiyaçların, bazıları tarafından sürekli olarak ekonomik dile, politik dile tercüme edilmesi ve buradan söylenmesi, yaşamın kendi canlılığını, toplumun kendi canlılığını ve tabii ki bu örgütlerin kendi canlılığını bir miktar azaltan bir şey diye düşünüyorum.
Türkiye�de sivil toplum örgütlerinin en önemli sorunlarından bir tanesi hükümet düzeyinde, yetkili düzeyinde yetersiz muhataplarla karşı karşıya geliyor olmalarıdır. Şu anda devletin en önemli birimleri,bu ülkenin şu andaki bilimsel birikiminin çok altında özelliklere sahip kadrolar tarafından yönetiliyor. Öyle olduğu için de, siz aslında ana hatlarıyla anlaşmazlık içinde olmadığınız konularda bile devlete bir şeyler yaptırabilen, etkileyen bir yerde olamıyorsunuz; çünkü sizi anlamıyorlar. Bu anlamama politik tercihlerden değil, tembelliklerinden, bilgisizliklerinden, kapasitesizliklerinden... Bu da pratik bir sorun gibi gözüküyor, belki de şu anda bizi en çok uğraştıran işlerden bir tanesi bu.
Bir diğer sorun da bu da tabii biraz önce benim sözünü ettiğim örgütlerle daha çok ilgili, toplumsal muhalefet yaparken eğer devlete ilişkin çok muhalif bir söyleme sahipseniz ciddi bir sorunla karşılaşıyorsunuz; kendi üyeleriniz ve toplumla aranızdaki mesafe birden açılıyor, yani kendi meşruiyetiniz azalıyor. Çok doğru şeyler yapıyorsunuz ama bu çok doğru şeyler sizin üyeleriniz tarafından, toplum tarafından aynı şekilde algılanmıyor. Ve o zaman da bir süre sonra bunun en doğrudan sonucu şu:Onlara kızabiliyorsunuz, kendi doğrularınızı savunmaya devam ediyorsunuz, inatla bunu yapıyorsunuz, hatta onların adına kararlar almaya başlıyorsunuz, tarihsel haklılık adına.
Demokratik kitle örgütlerinin toplumsal muhalefete imkan veren, bunu sağlayan örgütler olması gerekiyor ve bunu yaparken de sözcülüğünü yaptıkları toplumsal grubun farklı çelişkileri temelinde, o çelişkilerin taleplerini söyleyen örgütler olması gerekiyor. İkinci madde, aslında başından beri vurgulamaya çalıştığım şey, bu örgütler politik mücadelenin verildiği mekanların çoğaltılmasını amaçlamalıdır. Buradaki politik mücadeleden kastettiğim, devletin ele geçirilmesi, devletin değiştirilmesi mücadelesi değil. İnsanların başka bir topluma gitmek için yaptıkları iş diye anlıyorum. Eğer bir örgüt kendi içinde, iç işleyişinde gerçekten demokratik olmanın ortamını sağlayabilmişse, bu toplumun demokratikleştirilmesi için de önemli bir imkandır. Mekanizma sözcüğünün de zaman zaman bizi sıkıntıya soktuğunu düşünüyorum. İnsan organizmasının bir iskeleti var, bir de bilindiği gibi kasları, sinirleri var. Mekanizmalar aslında iskelete benzeyen şeyler. Siz iyi bir iskelete iyi bir mekanizmalar dizisine sahip olabilirsiniz ama, iyi işleyen bir sinir ve kas sisteminiz yoksa, bir süre sonra o örgüt içindeki siyaset yapma biçiminiz değişir.
Demokratik Kitle Örgütleri ile ilgili bence en önemli sorun içtenlik sorunu. Özellikle 1980 öncesinde hepimizin çalıştığı örgütlerde böyle bir şey vardı. İnsanların ekonomik, demokratik sorunlarıyla uğraşırsınız ama aslında bunu yaparken onları başka bir yere doğru götürmek için de uğraşıyorsunuzdur ve insanlar da sizin bu amacınızı saptarlar. Burada tabii bir miktar hafiften içtensizlik olduğunu düşünmüşümdür ben. Yani daha yüce amaçlar için, insanların sorunlarını araçlaştırmayan bir dile, bir söyleme ihtiyaç olduğunu, bunun aslında kurucu öğe olması gerektiğini düşünüyorum.
Son olarak, benim söylediklerimi çok daha iyi bir biçimde anlatan bir alıntı yapmak istiyorum, bildiğiniz bir siyaset adamı, sanatçının sözü bu, şu anda Çeklerin devlet başkanı olan Vaclav Havel�in. �Nasıl bir dil kurmalıyız ki, nasıl bir yaşam bakışıyla çalışmalıyız ki, toplumda öyle örgütler kurmalıyız ki farklı olabilelim?�Havel işte burada daha çok insan vicdanını öne koyan, insan vicdanını gerçek bir siyasal güç yapmaya kalkışmayı öneriyor. Aslında bu örgütlerin daha çok bununla ilgilenmelerinin gerekli olduğunu, yani bu dünyada insan olmaktan dolayı ve hepimizin tarihsel birikimiyle taşıdığımız, belki artık genlerimizde taşıdığımız bir şeyi öne çıkarmalarının gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bitirirken son bir söz söylemek istiyorum. Dünyada unutulan birtakım kavramların bu örgütler tarafından yeniden söylenmesinin önemli bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Örneğin eşitlik gibi bir kavramın... Ve eşitliğe yönelmemiş bir toplumun hiçbir zaman demokratik olamayacağını düşünüyorum.
* Kocaeli Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi

 


SÖYLEŞİ

Şubat�ta 60 sinemada
Dr. Nuriye ORTAYLI
Doktor Fatih Altınöz�ü Şizofrengi dergisindeki yazılarından, Şizofreni Dostları Derneği�nden, Gazete Pazar�daki yazılarından ya da yayınlanmış iki kitabından biliyor olabilirsiniz ama en azından Hekim Forumu�nda yayınlanan söyleşisinden (bkz:1996 Şubat sayısı, sayfa 16-17) tanıyorsunuzdur. Bu kez kendisiyle senaryosunu yazdığı �Güle güle�filmi konusunda görüştük. Filmin yönetmeni Zeki Ökten, başrol oyuncuları Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Metin Akpınar, Zeki Alasya ve Eşref Kolçak. Şubat�ta gösterimi başlayacak.
Nerden esti sinema?
Sinema çok eskiden beri vardı zaten. İnegöl�de büyüdüm ben, küçücük bir kasabaydı bir tek kışlık sineması vardı. Çocukken oraya giderdik haftada 2 gün, 3 gün. Başka bir eğlence yoktu zaten, o da çok güzel bir eğlenceydi. Bazen babamla ikimiz, bazen annem de gelirdi. Kovboy filmleri seyrettim çok miktarda. İlk hastalığa orada tutuldum.
Kovboy filmleri?
Başka filmler de seyretmişimdir ama kovboylar aklımda kaldı, çok küçüktüm.
Yazlık sinema mıydı?
Yazlık sinemaya giderdik, kışın da bir tane kışlık sinema vardı. Aileler üst katta otururdu, alt katta da bekarlar. Çıt çıkmazdı sinemada, kibar kibar herkes film seyrederdi. Giderken kuru üzümle leblebi alırdık. Unutulmaz tatlar, renkler, hala içimde, kazılmış gibi. Bazı filmlerin sahnelerini de hâlâ hatırlarım. Ordan beri sinema. Psikiyatri bile belki sinemadan. Tıp Fakültesine girmek gibi bir emelim yoktu benim. Ailemde hiç doktor yoktur. İyi okul diye, işte o zaman hepimizin başına gelen benim de başıma geldi. Girdim baktım, hiç bir şekilde doktor olamam, mümkün değil. İki seçenek var, ya halk sağlığı olacak ya psikiyatri. Üçüncü sınıftan sonra psikiyatriye karar verdim, iyi ki de öyle karar vermişim.
Niye halk sağlığı?
Toplumsal alanla daha ilgili diye. Tekil organ takıntısı olmayan bilim dalları daha çok ilgimi çekiyordu. O zamanki aklımla bir tek psikiyatriyle halk sağlığı böyleydi. Ben öyle çok organik, biyolojik şeylere yatkın değilim zihnen. Daha sosyal alanlar, insanla bağlantılı alanlara yöneldim.
Psikiyatride de şimdi moda ama organik yaklaşım.
Onu öyle yapmak isteyenler var ama. Neyse farklı konular.
Sonra nasıl devam ettin?İlkokulda sinemaya giderdin. Herhalde lisede üniversitede de?
Ondan sonra sinemaya gittim. Hep sinemaya gittim. Altı yaşımda ilk senaryomu yazdım diyemeyeceğim. Öyle bir karakteri pek çizemem. Paso sinemaya gittim. Sonra bir dergi çıkardık malumunuz (Şizofrengi). Orada sinemayla ilgili Türkiye�de olup bitenler üzerine ironik bir yazı yazdım. 12 Eylül�den sonra yapılan filmlerle ilgili. Bıraksınlar bu işi de doğru dürüst öyküsü olanlar bir şeyler yapsın diye düşünüyordum. Ama onları yazarken bir gün kendimin böyle bir senaryo yazacağım da yoktu aklımda. Sonra... Sinemayla ilgilenmemin en önemli köşe taşlarından bir tanesi Metin Erksan�la tanışmış olmam. Onunla uzun zamana yayılan bir dostluğum var. Bence Türkiye�nin gelmiş geçmiş en büyük sinema adamıdır, tek otörüdür.
Sokakta dolaşırken Metin Erksan�la tanışılıyor mu?
Pek öyle olmadı. �Sevmek Zamanı� filmi. O film beni çok etkilemiştir. Onun şöyle bir hikayesi var:Adada bir köşkte tamirat yapan bir adam vardır hattat. Köşkte bir kadın resmi görür aşık olur. Sonra, resmin sahibi kadın gelir. Film içinde kadın tamam işte ben geldim, o aşık olduğun kadın, seni de seviyorum der. Adam istemez ben sana değil senin resmine aşığım diye. O filmi ilk 8 yaşındayken seyredip birşey anlamamıştım. Ne biçim aşk bu böyle diye. Sonra 18 yaşındayken bir kıza aşık oldum, o aralar filmi yeniden seyrettim ve çarpıldım. �Sevmek Zamanı� filmi ve Metin Erksan�ın benim sinemaya ilgime de bir katkısı var. Bir köşe taşı o...
Şimdi ben senaristin ayak izlerindeyim ya. Onsekiz yaşındayken oturup eski Yeşilçam filmlerini yeniden mi seyrederdin?
Özellikle seyretmedim. Televizyonda denk geldi. Zaten o zamanlar sinemalarda oynamamıştır.
Denk geldi... Ben de o yıllar için çok sıradışı bir durum diye şaşırdım. Oturup eski Türk filmlerini yeniden seyretmek. Hiç �in� değildi.
Gerçi ben Yeşilçam�ı severim. Geleneğin anlamlı olduğunu düşünüyorum Türk sinemasında ve Yeşilçam diye aşağılanan filmlerin bu geleneği temsil ediyor. Hepsi olmasa bile. Çok büyük sinemacılar var Türkiye�de. Belki Türkiye�de oldukları için dünya ölçeğine ulaşamadılar. Lütfü Akad var, Yılmaz Güney var, Metin Erksan var, Zeki Ökten var.
Her neyse sözünü böldüm. Metin Erksan�la tanışmanı anlatıyordun.
İşte bizim şimdi çalıştığımız merkezin, Eylül�ün kuruluş zamanlarında film gösterileri, sohbetler vs yapıyorduk. Bir keresinde �Sevmek Zamanı�nı gösterdik, sonra da Metin Erksan�la bir sohbet yaptık. O vesileyle tanıştık ve o zamandan beri de dostuz. Ama onun ötesinde Metin Erksan sinema konusunda benim ustam.
Bir de benim dergiyi birlikte çıkardığım ekip, biz çocukluktan beri beraberiz, çocukluk arkadaşıyız. O grubun içinde de hep şöyle bir hayalimiz vardı:Ben yazacağım, diğer arkadaşım çekecek. Böyle bir ortak hayal. Bir dönem birlikte bir şey denedik. Ama o öyle kaldı. Araya askerlikler girdi, benim uzmanlık eğitimim vs., olmadı. Ardından dergide çıkan yazılardan bir de birkaç şeyi daha toparlayıp bir kitap çıkardım.
Karayolu Balinaları?
Evet o. Onu yapımcı Faruk Aksoy görmüş. Beni aradı. Bir sahne gösterisi planladığını söyledi. Türkiye�de hiç yapılmamış bir şey:Sine-tiyatro. Hem sinema perdesi, hem tiyatro sahnesi, bir tür performans. �Bunu sizin yazabileceğinizi düşünüyorum� dedi. Hiç bilmediğim bir şey. Ama benim yazılardan bir tanesini örnek gösterince kafama yattı. Bir denemeye karar verdim. Onu hazırladık. Ama henüz sahnelenmedi. En erken bu senenin sonunda. İki kişilik bir sahne gösterisi. İçinde televizyon da var, sinema da var ve tabi tiyatro. Mesela o gösteri için aday olan bir ünlü oyuncunun metni okuyup çok beğenmesi bana şevk veren şeylerden biri oldu.
Peki oradan bu senaryoya nasıl geldin?
Bir cümleden.
Bir cümleden?
Evet bir projeden bahsediyorduk. Orada bir cümle geçti ve o cümle üzerine uykum kaçtı benim.
Neydi o cümle?
Onu söylemeyeyim, hikayenin önemli unsurlarından bir tanesi. Neyse, bir cümleden başladım. Sonra karakterler geldi:Beş tane yaşlı insan. Sonra onlar kendi aralarında konuşuyorlar. Aralarındaki çatışmalar, olay, olayın onlarda yarattığı dönüşümler. Peyderpey 5-6 ayda gelişti. O sırada Zeki Ökten devreye girdi.
Senaryo bitmeden mi girdi Zeki Ökten?
Senaryo çalışması içine girdi. Bir metin vardı, senaryo vardı ala onunla tekrar üstünden geçtik. Ve çok katkısı vardır açıkçası. Zeki Ökten benim şanslarımdan bir tanesi. Bir kere duygusal olarak çok paylaştık hikayeyi. Hikaye çıktıktan sonra Eurimages�a gittik. Eurimages�da 25 ülkeden 25�inin de olumlu oyunu aldı, bu pek sık görülen bir durum değil. Eurimages demek, para bulunması demek. Yapımcı hemen filme niyetlendi. Oyunculara gitti senaryolar. Oyuncular da hakikaten Türkiye�nin önemli oyuncuları. Yıldız Kenter, Şükran Güngör bir yanda okullu kesimin temsilcileri. Öbür tarafta Metin Akpınar, Zeki Alasya, alaylı diyelim ama onun en başarılıları, diğer yanda Eşref Kolçak o da Yeşilçam starı. Bunlar da bir heyecandı benim için ne diyecekler:Yıldız Kenter�in yorumunu Zeki Ökten�in eşi aktardı bana telefonda, çok övgü dolu sözler etmiş senaryo için. Bu çok tuhaf bir duyguydu benim için. Yeni bir alan, bu alanda çok deneyimli, binlerce tekst okumuş insanlardan böyle övgü almak. Aynı şeyi Metin Akpınar ve Zeki Alasya�dan da duydum. Öyle olunca...
Havaya soktular yani seni.
Öyle değil. İnsan bir yaştan sonra havaya girmiyor. Ben şimdi on sene önce olsa havaya girerdim, düdük adamın biri olabilirdim. Ama bu saatten sonra insanın havası zaten kaçmış oluyor, yarı patlak bir pozisyonda olduğun için. Ne kadar hava doldursalar içine bir yerlerden sızıyor. Siboptan kaçırıyoruz.
Sonra çekimlere gittik. Bozcaada�ya. Tuhaf tabi. Evde oturup pijamalarla yazdığın şeyleri oyuncuların ağzından duyuyorsun. Bir de şansıma birebir çekildi öykü. Çok az şey atıldı. Onun için tuhaf. Yan tarafta bir sahne var ve senin Kasım ayında hastanede reçete kağıdı üzerine yazdığın bir şeyi okuyorlar. Yabancılaştırıcı bir şey. Ama sinema zaten böyle bir şey. Biz bunu bir gündüz rüyası gibi düşünüyoruz ama her şey gibi o da bir üretim süreci. Bir malın üretim süreci. Bu çağda zaten öyle bir şeyin sanat çerçevesi içinde ele alınması komik. Bayağı üretiliyor. Bu insanın içine acı vermiyor da değil. Üç kamyon, kırk kişi. Kostümcüsü, ışıkçısı, setçisi, görüntü yönetmeni, kamera asistanı, oyuncular, makyöz, sanat yönetmeni... Çekim bitiyor, montaj, sonra promosyon, dağıtım.
Bu insanların karnı doyacak, yemek yiyecekler, yol vs...
Gerçi bunun böyle olması bizim sonuçtan yani filmden etkilenmemizi etkilemiyor. Ama işin içinde bulunmak, bütün aşamalarını görmek başka bir duygu veriyor insana. O aşamada artık bitmiş oluyor, başka bir şeyler, yeni bir şeyler arayıp kurmaya başlıyorsunuz. Birşeyle bu kadar çok uğraşıp üstünden geçince o artık senin için tükeniyor. Dergi çıkarırken de bu böyledir. Yazıyı o kadar çok okur, düzeltir, elden geçirirsiniz ki, çıktığında artık okuyacak haliniz kalmaz.
Bu arada doktorluk ne oldu?
Devam... Psikiyatristlik yapıyorum. Bir ay sekteye uğradı, arada randevularımı iptal ettim, sete gitmek için ama. Benim asıl işim o. Çok keyif alıyorum psikiyatristlikten. Sinema, olursa olur, devam ederse eder. Sırtımda yumurta küfesi yok.
Sırtımda yumurta küfesi yok deyince aklıma geldi. Bir ara bir gazetede �Köşe�yazıları yazmıştın.
İnsan bazen hata yapar... Köylülük damarım kabardı. Heyecanlandım. Halbuki okuyordum gazeteyi, biliyordum. Yine de kabul ettim yazmayı işte. Allahtan çabuk uyandım. Daha doğrusu çabuk uyandırdılar. Üçüncü yazıdan sonra �Kardeşim bunlar ne biçim yazılar, memleketi mi kurtaracaksın?�dediler. Anlaşılan beni oraya muziplik olsun diye düşünmüşler. Ben de bozmadım, kısa sürede ayrıldım. Ama iyi oldu, onu da görmüş oldum. O zamandan beri de düz yazı yazmadım, yazmayı da düşünmüyorum. Küskünlük değil. Yemek yapmaktan farkı yok ki yazı yazmanın. Eskiden bir yazı yazardım, �düşündürücü� derlerdi. Şimdi öyle değil ki; �Çok güzel olmuş. Eline sağlık. Hani hamuru kıvamında, peyniri iyi denk gelmiş...� ya da �İyi gitmiş de sonunu bağlayamamışsın.� Sanki ayakkabı bağı. Ben halbuki yazıyı dert anlatmak olarak düşünüyorum.
Filme dönelim...
Filmin çekimi bitti. Montajı yapıldı. Afişi bile hazır.
Ne zaman vizyona çıkıyor?
Şubat�ta. Altmış sinemada.
Doktorları bekliyoruz yani. On bin doktor, aileleriyle 40 bin eder. Gişe gişedir.
(Kahkahalar...)

 


TERS HABERLER

Sağlık Bakanlığı, sağlık ocaklarında bir süredir yürüttüğü yatırımları sürdürüyor.
Son olarak İstanbul�daki on merkezde laboratuvarlar açıldı. Sağlık Grup Başkanlıklarının eşgüdümü sağlayacağı laboratuvarlardan sağlık ocakları ortaklaşa yararlanacak. Biyokimya, mikrobiyoloji, patoloji ve radyoloji incelemelerinin yapılacağı laboratuvarların gerektiğinde bağlı bulundukları referans hastanelerden de destek alabilmesi kararlaştırıldı.
Laboratuvar açılış töreninin ardından, üç yıldır yakalarında �Pratisyenin adı yok� kokartıyla çalışan sağlık ocağı hekimleri, kokartlarını günün anısı olarak Sağlık Bakanı�na verdiler. Yukarıda, bu merkezlerden birini görüyorsunuz.

Eğiticilerden anlamlı veda
İstanbul�daki çeşitli eğitim kuruluşlarında görev yapan sekiz klinik şefinin veda toplantısında uzmanlık eğitimindeki gelişmeler konuşuldu. Klinik şefleri kendi istekleriyle görevden ayrılırken �Yerimizi genç kuşaklara güvenle terkediyoruz�diye konuştular. Bazı şeflerin ise özel sağlık kuruluşlarındaki yoğun çalışmaları nedeniyle istifa ettikleri öğrenildi.
Ayrılan klinik şefleri için bir toplantı düzenleyen Eğitim Hastaneleri Koordinasyon Kurulu adına konuşan Dr. Çağlar, yapılan değerlendirmelerde uyarılara rağmen eğitim yönünden büyük aksaklıkların sürdüğü on yedi eğitim biriminde şeflerin eğitim yetkilerinin kaldırıldığını açıkladı. Bu yıl yeniden sertifikalandırılan eğitim kurumlarının bir kısmına da �geçici olarak iki yıl süreyle asistan almama� cezası verildiği öğrenildi.

Toplu sözleşmelerde mutlu son
Özel sağlık kuruluşlarında çalışan hekimlerin üye olduğu Özel Sağlık Sendikası ile işverenler arasındaki toplusözleşme görüşmelerinde anlaşma noktasına gelindi. Özel Sağlık Kuruluşları adına açıklama yapan işveren sözcüleri, bu yıl anlaşmazlıkların daha çok sosyal haklarla ilgili maddelerde çıktığını vurguladı. Ücret artış oranlarına %10 refah payı eklenirken ücretlerin zamanında ödenmemesi durumunda tüketici endekslerine göre faiz uygulanması sözleşmeyle karara bağlandı.

Yozgat Tıp Kabine�den döndü
Yozgat�ta bir tıp fakültesi kurulması önerisi, Bakanlar Kurulu�nda tepkiye yol açtı. İl milletvekillerinin ortak imzasıyla hazırlanan yasa tasarısına karşı çıkan Sağlık Bakanı Doç. Dr. Osman Durmuş�un �Artık iyice saçmalıyorlar� diye konuştuğu öğrenildi.
Hükümete yakın kaynaklar Başbakan ve Bakanlar Kurulu üyelerinin büyük kısmının mevcut tıp fakültelerinin altyapı ve öğretim elemanları açısından değerlendirilerek bir kısmının kapatılmasından yana olduklarını belirtiyorlar. �Hem doktor yığılmasından şikayet edip hem de yeni fakülte açmaya hakkımız yok� diye konuşan Başbakan Ecevit�in, tıp eğitiminde artık niteliğe önem vereceklerini açıkladığı öğrenildi.
Bu arada gelecek yıldan itibaren tıp fakültelerinin öğretim kadroları için tam-süre uygulaması başlıyor. Geçiş dönemi için öğretim üyelerine bir yıl süre tanınırken, tam-süre çalışan bir profesörün aylık taban ücreti 2 milyar TL�yi bulacak. Ocak�ta başlayacak uygulamada tıbbi performans ve eğiticilik başarısı esas alınarak ücretler daha da artırılabilecek.

Bütçe fazlası sorun yarattı
İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu, bütçedeki aşırı büyüme karşısında Olağanüstü Genel Kurul�a gitmeye hazırlanıyor. Oda Başkanı Prof. Arıoğul yaptığı açıklamada elde edilen gelirle nasıl bir yatırım yapacakları konusunda Genel Kurul�a danışmaya gereksinim duyduklarını belirtti.
Genellikle üyelerin yalnızca %30�unun aidatlarıyla giderlerini karşılayan İstanbul Tabip Odası, bu oranın %95�i geçmesi nedeniyle alışılmamış bir bütçe fazlasıyla karşılaştı.
Ancak bu durum yeni sorunlar yarattı. Bazı Yönetim Kurulu üyeleri bu parayla üyeler için bir lokal ve misafirhane inşa edilmesini savunurken, azınlıkta kalan diğer güçlü bir eğilimin spor tesisleri ve öğrenci yurdu yapılmasını savundukları görüldü.
Ardarda yapılan toplantılardan ve Temsilciler Kurulu�ndaki tartışmalardan sonuç alınamayınca, Oda Başkanı Olağanüstü Genel Kurul çağrısında bulundu.
Bu arada bazı üyelerin Oda�ya yazılı ve sözlü başvurularda bulunarak aidatların azlığından yakındıkları, �Güçlü örgüt, büyük bütçe�sloganı ile harekete geçerek üye aidatlarının aylık gelirin en az %1�ine yükseltilmesini talep ettikleri öğrenildi.

 


AÇIK TEŞEKKÜR

17 Ağustos 1999 tarihindeki Marmara Depremi sonrasında,  herbiri diğerinden anlamlı sözleri, değeri tartışılmaz hükümleri,  sivil toplum örgütlerine olan sonsuz katkıları,  infial yaratması muhtemel sorunlara bulduğu ve  infialin önüne geçilmesini sağlayan eşsiz çözüm önerileri, üstün hukuk bilgisi, iç ve dış yardımlardaki
kusursuz sevk ve idare yeteneği ile öne çıkan, verdiği demeçlerle yerli ve yabancı basının gönlünde taht kuran, meslektaşımız olmasından şeref duyduğumuz,
çağdaş ve evrensel kafanın en önde gelen temsilcilerinden Sayın Osman Durmuş�un bu büyük felaket sırasında
-Türk Milletinin talihinin bir tezahürü olarak- Sağlık Bakanı olmasına vesile olan başta Başbakan olmak üzere bütün büyüklerimize teşekkürü bir borç biliriz.

NOT: DIŞ YARDIM GÖNDERİLMEMESİ, İÇ YARDIMLARIN SAĞLIK VE SOSYAL YARDIM VAKFI İSTANBUL ŞUBESİ�NE YAPILMASI RİCA OLUNUR.

HEKİM FORUMU DERGİSİ

 


FENESTRA
Dr. Ali Serdar FAK

HELİKOBAKTER PYLORI TANI VE TEDAVİ İLKELERİ
Peptik ülser hastalığında Helikobakter pylori�nin sıklığı son yıllarda önemli azalma gösterdi. Beş yıl önce ülserli hastaların yaklaşık %90�ında H.pylori saptanırken, bugün ülserli hastaların en az dörtte birinde, hatta bazı serilere göre %40�ında H.pylori testleri negatif bulunmakta. Bu nedenle H.pylori taraması yapılacak hastaların seçilmesi artık giderek önem kazanıyor.
H.pylori testi kime yapılmalı?H.pylori testi aktif ülseri bulunan ya da bilinen ülser öyküsü olanlara ya da midede mukoza ilintili lenfoid doku lenfoması olan (mucosa-associated lyphoid tissue lymphoma of the stomach)hastalara yapılmalı. Bugünkü bilgiler dahilinde uzun süreli proton pompası inhibitörü tedavisi alanlara ve gastroözofageal reflüsü olanlara rutin olarak H.pylori testi yapılması konusunda görüş birliği bulunmamakta.
H.pylori testi nasıl yapılmalı?Eğer özofagogastroskopi planlanıyorsa, antral bölgeden biyopsi alınması ve bu örnek üzerinde üreaz testinin yapılması önerilmekte. Özofagogastroskopi yapılmayacaksa anti-H.pylori için serolojik test yapılabilir. Aktif infeksiyonun saptanması için seçilecek en iyi test ise, üre-soluk testidir. Hastaya ağız yolundan radyoaktif C ile işaretlenmiş üre verilir ve ekspirasyon havasında CO2 ölçülür. Helikobakter pylori�nin salgıladığı üreaz üreyi parçalar, işaretli C-CO2 olarak akciğerden atılır. Bu test proton pompası inhibitörüyle tedaviye başlandıktan sonraki iki hafta içinde yapılmamalı.
H.pylori infeksiyonu nasıl tedavi edilmeli?Proton pompası inhibitörü, klaritromisin ve amoksisilin ya da metronidazolden oluşan 10-14 günlük bir tedavi etkili olmakla birlikte, H.pylori suşlarının beşte birinin metronidazole dirençli olduğu bilinmekte. İki hafta süreli proton pompası inhibitörü, bizmut, metronidazol ve tetrasiklin tedavisi mikroorganizmayı %95-98 oranında eradike edebilmekte, ancak bu tedaviye hasta uyumunun biraz düşük olduğuna dikkat çekilmekte. Tedavi bir haftayla sınırlandırıldığındaysa başarı %90�ın altına inmekte. Ranitidin, bizmut sitrat, klaritromisin ve bir başka antibiyotik (amoksisilin, metronidazol ya da tetrasiklin)kombinasyonuyla iki haftalık tedaviyle de yüksek oranda başarı bildirilmiş.
Bugün için,gastroözofageal reflü nedeniyle uzun süreli proton inhibitörü tedavisi alacak hastalarda H.pylori�nin eradikasyonu üzerinde çelişkili görüşler mevcut. Gastroözofageal reflü için proton inhibitörü tedavisiyle fundoplikasyon girişiminin karşılaştırıldığı çalışmada H.pylori pozitif olan hastalarda beş yıllık süre içinde atrofik gastrit ve mikronodular hiperplazi gelişme sıklığı proton inhibitörü alanların üçte biri oranında görülürken bu duruma cerrahi girişim yapılan hastaların çok az bir kısmında rastlanmış. Bu durum uzun süreli proton inhibitörü tedavisi alacak hastalarda H.pylori aranmasının ve eradikasyonunun doğru olacağını düşündürmekte. Bu konuda farklı görüşler olsa da bugün için uzun süreli proton inhibitörü tedavisine başlamadan önce H.pylori eradikasyonu akla yatkın görünmekte.
* N.J Greenberger. Update in Gastroenterology. Ann Internal Med 1999; 131:445-52. Ayrıntılı bilgi için bkz. Howden CW, Hunt RH. Guidelines for the management of the American College of Gastroenterology. Am J Gastroenterol 1998; 93:2330-2335.

 


BİLİMSEL TAKVİM

1. Ulusal Sağlık Çalışanlarının Sağlığı Kongresi 26-28 Kasım 1999, Ankara; İletişim: Ankara Tabip Odası,Tel:(0 312)229 55 70, Faks:(0 312)229 15 50

III. Cinsel Sorunlar ve Tedavileri 26-28 Kasım 1999, İstanbul Crowne Plaza Otel; Düzenleyen:Dr. Cem İncesu, Bakırköy Ruh ve Sinir Hast. Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul; Tel:(0 212)543 65 65 / 304-345, Faks:(0 212)570 36 34; Kongre Sekreterliği:Dilan Tur Congress International; Emlak Kredi Blokları, A2 Blok, B 22, 80620 1. Levent-İstanbul; Tel:(0 212)280 14 75, Faks:(0 212)280 14 77

Doğal Afetler ve İnfeksiyon Sorunları 26 Kasım 1999, SSKGöztepe Eğitim Hastanesi Toplantı Salonu. Düzenleyen:Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği.

Sağlık Kuruluşlarında ISO9000 ve Akreditasyon Standartları Sempozyumu 27-28 Kasım 1999, Hotel Dedeman, İstanbul. Düzenleyen:Modern Hastane Yönetimi Dergisi. İletişim:Dr. Şeyda Sandanlı, Tel:(0 212)274 15 45

III. İstanbul Eğitim Hastaneleri Anasteziyoloji Sempozyumu 27 Kasım 1999, Şişli Etfal Hastanesi Toplantı Salonu. İletişim: Doç. Dr. Melek Çelik, Tel:(0 216)566 40 74, GSM:(0 532)393 26 41

II. Balçova Termal Balneoloji ve Rehabilitasyon Günleri 29-30 Kasım 1999, Balçova Tesisleri, İzmir. İletişim: Dr. Salih Karakaya, Tel:(0 232)259 01 02

2nd Ultrasound Congress on Ultrasound in Obstetrics and Gynecology 26-29 Nisan 2000, İstanbul.

19th World Meeting of the International Union of Angiology 1-5 Mayıs 2000, Ghent-Belgium. Düzenleyen:International Union of Angiology, İletişim:Mrs. L. Packet, Tel:+ 32 9 240 34 80

12. Uluslararası Yoğun Bakım Sempozyumu 19-20 Mayıs 2000, Swissotel, İstanbul. Bilimsel Sekreterlik: F.V. Vural, Tel:(0 212)631 87 67

15. Antibiyotik ve Kematorapi Kongresi 5-10 Haziran 2000, Kemer- Antalya. Düzenleyen:ANKEM, Kongre Genel Sekreteri:Prof. Dr. Selim Badur, Tel:(0 212)635 25 82, Faks:(0 212)534 86 40

8th Congress of the International Circle of Friends of TSOT 9-12 Haziran 2000, Edirne. İletişim:Dr. Erol Yalnız, Tel:(0 284)235 55 54, Faks:235 76 52

 


TIPİK
KNİDOS
Dr. Mustafa SÜTLAŞ
İsa bir cüzzamlıyı iyileştiriyor (Matta 8:1-4; Lukas 5:12-16). İsa�ya cüzzamlı biri geldi, diz çöküp O�na şöyle yalvardı:Eğer istersen beni temiz kılabilirsin.� Yüreği sızlayan İsa, elini uzatıp adama dokundu, �İsterim, temiz ol!� dedi. Adam hemen o anda cüzzamdan kurtulup tertemiz oldu. İsa onu sıkıca uyararak derhal yanından uzaklaştırdı. �Sakın kimseye bir şey söyleme!�dedi. �Git, kahine görün ve cüzzamdan temizlendiğini herkese kanıtlamak için Musa�nın buyurduğu adakları sun.�Ne var ki, adam çıkıp gitti, olayla ilgili haberi her tarafa yayıp duyurmaya başladı. Öyle ki, İsa artık hiçbir kente açıkça giremez oldu. Ancak dışarıda, ıssız yerlerde kalıyordu. Ve halk her yerden O�na akın ediyordu.

İnsanoğlu yaşadığı çevrede kendisine sanal bir sınır çizer, bir �dünya� yaratır. Bu belki mülkiyet duygusunun bir ifadesi belki de bir tür korunma içgüdüsüdür. Sonra o dünyayı süsler. Kendi izlerini koyar. Giderek o dünya dışında başka dünya yokmuş gibi gelir. �Ayrı bir dünya�der oraya. Hep farklılığını vurgular.
Toplum içinde yok sanılan bir grup insanla �ayrı bir dünya� dediğimiz bir dünya da biz kurmuştuk yıllar önce. O �ayrı bir dünya�nın asıl bireyleri toplumdan dışlanmış kişilerdi. Kendi seçmedikleri, istemedikleri bir nedenden kaynaklanan bu dışlanmışlık, pek çok başka dışlanan grup gibi �olmakla olmamanın�, �varlıkla yokluk�un sınırında tutuyordu onları. O �ayrı bir dünya�dan dışardaki dünyaya zaman zaman çıkan biz sonradan o dünyalı olanlar ise gittiğimiz her yerde kendi dünyamızın izlerini, benzerlerini arıyor, işin tuhaf yanı çoğunda da buluyor, buluşuyorduk.

Strabon�un Antik Anadolu Coğrafyası (c:656-15) Sonra çifte limanlı Knidos�a gelinir.Bunlardan biri açık, diğeri ise trierleri (eski çağda üç sıra kürekli savaş gemisi)içine alabilen, yirmi gemilik bir donanma merkezi olan ve de kapatılabilen bir limandır. Ondan uzakta, yaklaşık olarak çevresi yedi stadia olan ve bir tiyatroyu andırır şekilde, görkemle yükselen ve karaya mendireklerle bağlantılı olan bir ada uzanır ve bir bakıma bu Knidos�u bir çifte kent yapar. Halkının büyük kısmı, her iki limanı da gözden saklayan adada yaşar. Onun karşısında açık denizde Nisyros vardır. Tanınmış Knidoslular şunlardır:Önce Platon�un dostlarından olan matematikçi Endoksos, sonra bir tarihçi ve peripatiklerden olan Agatarkhides ve benim zamanımda, onu çok büyük etkisi altına almış olan tanrılaştırılmış Caesar�ın dostu Thepompos ve onun oğlu Artemidoros. Artakserksis�e hekim olarakhizmet etmiş, Assyrika ve Persika adlı eserleri yazmış olan Ktesias da oradadır. Knidos�dan sonra denizden ve içerde yerleşmiş küçük kasabalar olan Keramos ve Bergasa�ya geçilir.

Yolumuz bu yıl Datça�ya düştü. Yıllar önce benim �ayrı bir dünya�lılarımı bulmak için gidişimden sonra kendi isteğimle ilk gidişimdi. Yol Datça�ya düşünce Knidos�a gitmeden olmuyor. Düştük yola. Ne de olsa tıp merkezlerinden birisi olan antik çağda anılıyordu Knidos. Görmemek olmazdı.
45 kilometrelik yaklaşık yarısı toprak yoldan, yalnız �harika� diye nitelendirilebilecek o cağrafyanın içine ulaştığımızda, denizle aramıza giren dağın bizi de, yıllar önce bu kentte yaşayan Knidos�luları düşmanlarından koruduğu gibi koruduğunu farkettik.
Knidos�a vardığımızda direnmeyi gördük. Geçen, değişen �çağlar�a direniyordu, eski değerleri koruma adına. Hem de �Kurmayan değerini bilemez� tümcesinde gizlenen yoğun bir �Vandalizm�altında olmasına karşın.
Ak kuğular gibi mavi Akdeniz�in üzerinde süzülen yelkenliler, guletlerin uğrak yeri Knidos�u turizmimiz yeni yeni �rant�amacıyla keşfetmeye başlıyordu. Ne ki kendisine ait �ayrı bir dünya�sını korumak isteyen oranın yüz belki de binyıllar ötesinden süzülüp gelen yerlileri �dur� deyip buranın SİTalanı olmasını sağlıyorlar ve yerleşime izin vermiyorlardı. Kimbilir belki de akıllı davranıyor M.S. 3. yüzyılda büyük bir depremi yaşayan Knidos�un yeni depremlerle yeni Yalova�lar yaratmasının önünü alıyorlardı. Ya da böylelikle belki de şimdilik burası �vandalizm�e rantiye olmaktan kurtuluyordu.

Knidos şehrinin tarihine baktığımızda kuruluşu hakkında birçok efsane olduğunu görüyoruz. Herodotos, şehrin Lakedaimonlularla birlikte Anadolu�ya gelen bir kahraman tarafından kurulduğunu belirtiyor. M.Ö. 5. yüzyılda Knidoslular Pers ordularını şehre sokmamak için Knidos yarımadasını ada haline getirmeye çalıştılar. Bunu Herodot şöyle kaleme almış: �Persler, Harpagos komutasında İonnia�ya girdikleri zaman, Knidoslular, aşağı yukarı beş stadia büyüklüğündeki kıstağı kazmaya başladılar; yurtlarını bir ada haline getirmek istiyorlardı.� M.Ö. 480-412 arasında şehir Attike Delos Deniz Birliği�ne girmiş, 412�den itibaren birlikten ayrılarak İsparta tarafına geçmiş. M.Ö. 344 yılında Büyük İskender�in Granikos(Bigaçay)savaşında Persleri yenmesi üzerine şehir İskender�in hakimiyeti altına girmiş. Knidos�u günümüzde dünyaca ünlü yapan güzellik tanrıçası Aphrodite. Kent, tanrıçaya adanmış Aphreodisa mezhebinin merkezi olmuş. Bu dönemin ünlü heykeltraşı Praxiteles mermerden iki Aphrodite heykeli yapmış. Bunlardan birisi giyinik, diğeri de çıplak olarak figüre edilmiş. Knidos karşısındaki Kos adası giyinik olanı tercih edince, çıplak Aphrodite Knidos�a kalmış. Heykel çok güzel olduğu için birçok başka kentte başka sanatçılar tarafından taklitleri yapılmış. Kopyalarından birisi Vatikan Müzesi�nde, Kos�da olan da duruyor ama Knidos�taki orjinal Aphrodite henüz tarihin karanlıklarında ya da toprağın altında. Eski çağda dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri�nin mimarı Sostratos da Knidoslu. Knidos�un bir özelliği daha var. Tıbbın babası Hippokrates�in tıp okulunun bir rakibi de Knidos�da kurulmuş. Antik çağda önemli bir kültür merkezi olan Knidos, daha sonra da Rodos hakimiyetine geçmiş. M.Ö. 29 yılında Roma�nın müttefiki olan Knidos, M.S. 263-467 yıllarında büyük bir deprem sonucu neredeyse yıkılmış ve önemsiz bir yerleşim birimi haline gelmiş. Son olarak M.S. 6. yüzyılda Arap korsanların saldırısı sonucunda terkedilen Knidos, tarihin tozlu sayfalarına karışmış.

Datça yarımadasının tam ortasında Emecik Dağları var. Bu dağlara yaslanmış aynı adda bir de köy var. Bu köyün halkının kökeni ve yöreye yerleşimiyle ilgili ilginç bir öykü anlatılıyor. Buna göre 4-5 yüzyıl önce İspanyol korsanlar, Emecik köyünün biraz ilerisindeki Sarıliman diye bilinen cennet benzeri bir koya bir grup cüzzamlıyı başlarından atmak için bırakmışlar. Öyküye göre bu cennet gibi yere yerleşen cüzzamlı hastalar burada doğanın onlara yardımıyla iyileşmişler ve bugünkü Emecik Köyü�nü kurmuşlar. Bugünkü köyün o köyün devamı olduğu söyleniyor. Köyün insanlarının tipleri yöredeki diğer insanlardan farklıysa da kimse onların soyundan geldiklerini kabul etmiyor.
Bu ünlü antik kentten dönerken öğrendiğim bu öyküyü dinledikten sonra yine de o bizim �ayrı bir dünya�nın insanlarının soyundan birileriyle yolumuzun kesiştiğini düşünmeden edemiyorum.
Son verirken bu ziyaretten kısa bir süre önce burada toprağa verilen Can Baba�nın da artık bu �toprağın�insanı olduğu aklıma geliyor ve şu dizeleri anımsıyorum.

Kitabe-i Seng-i Mezar*
Badem çırparcasına olacak ölümüm
Âzalarım dökülecek toprağa
Yine ben toplayacağım sepete

* �Mekanım Datça Olsun� şiir kitabından.

 


FORUM

Memur affı ne anlama geliyor?
Dr. Veysi ÜLGEN
Hükümetin öncelik verdiği af yasası uzun bir süredir ülkenin önemli gündemlerinden birini oluşturdu. Toplumun geniş yelpazesinde sindirilmeyen, düşünce suçlularını, siyasi tutuklu ve hükümlüleri kapsam dışında bırakan buna karşın çeteleri, işkence suçlarını, katliamcıları affeden tasarı ilk etapta Çankaya Köşkü�nden döndü.
Köşk�ten bu dönüşe sevinenler, Cumhurbaşkanı�nı sosyal güvenlik =yıkım ve tahkim yasasını hemen onaylamasına tepki geliştirmeyi unuttular. Köşk�ün reddetme gerekçeleri ile kamuoyunun tepki gerekçelerinin örtüşmediği görüldü. Hükümetin af yasası yeniden değerlendirilirken halkın beklentileri dikkate alınmadı. Geçmişte Devlet adına suç işledikleri iddia edilenlerin af yasası ile serbest bırakılmaları için yoğun pazarlıklar yaşandı / yaşanıyor.
Çankaya af yasasının tümünü de veto etmedi. Düşünce suçlarının basın yolu ile gerçekleşenlerini erteleyen tasarıyı onayladı ve yasa yürürlüğe girdi. Birçok sendikacı, yazar, bilim insanı ve aydına �üç yıl düşündüklerini seslendirmeme� kaydı ile susma cezası verildi.
Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin disiplin cezalarının affı hakkında kanunun uygulanmasına ilişkin tasarı da onaylanarak yürürlüğe girdi. Tıpkı genel af tasarısında olduğu gibi bu da ayrımcı, sığ olup, kavram kargaşası ve çelişkiler içeren ifadeler yer alıyor.
Bilindiği üzere �memur� 657 sayılı kanuna tabii olarak çalışan kimselere deniyor. Kamu çalışanları emur kimliğine kapıkulu tanımı koydu ve kendilerini �emekçi� olarak tanımladı. 90�lı yılların başında sendikalaşma somutunda başlayan mücadele 657 sayılı yasayı işleyemez hale getirmiştir. Yine bu yasa günümüzün kentleşme, sanayileşme ve kültürel gelişmeler karşısında da işlevsiz durumdadır.
Ancak egemen devlet anlayışı bu yasada ısrar ediyor. Çünkü bu yasa memur tanımında olan iki milyon kamu çalışanının ucuz iş gücü olarak kalmasında bir güvence olarak görülüyor. 1990-1998 yılı sonu itibarı ile sendikal harekette 72.728 para ve fon kesintisi, 28.524 disiplin cezaları (uyarı-kınama-sicil bozma), 4.245 sürgün, 781 kadrosu alınan, 917 derece ve kademe durdurma, 1.912 göreve son verme, 730 meslekten ihraç istemi ile karşılama gerçekleşmiş, 16.333 süren dava 122 hapis cezası, 25 açığa alma yaşanmıştır (Kaynak, KESKHukuk Bürosu). Diğer meslek örgütlerinin verileriyle bu sayılar gerçekten daha fazladır. Bu cezalar yasalardaki anti demokratik bastırmacı maddelerin uygulanması kadar mülki amirlerin keyfi tavır ve tutumlarından da kaynaklanıyor. Çalışanların lehine olan yasalar uygulanmıyor. Yine yıllarca mücadele ile kazanılan haklar görmezden geliniyor.
Bu veriler sisteme egemen zihniyetin ilgili yasadan ısrarını net olarak açıklıyor. Ancak biriken cezaları da bir yönüyle bertaraf etmesi gerekiyor. Yasaların anti demokratik yönlerine dokunmadan esas mantığı değiştirmeden ceza alanları erteleme veya silme ile imaj değişimi hedefleniyor. Bu arada soruşturma ve cezalar da hızından birşey kaybetmiyor.
24 Ocak kararları ile başlayan liberal serbest piyasacı ekonomik uygulamalar 12Eylül�ün depolitize kişiliği ile birleşince, o dönemin siyasi lideri Özal�ın ifadesiyle �işini bilen memur� tipi yaratıldı. Kamu kuruluşlarında rüşvet, torpil, kamu imkanlarını şahsi menfaatlere kullandırtma meşruluk ve yaygınlık kazandı. Yasalarda açıkça suç olan bu girişimlere karşı yasaların caydırıcılığı kullanılmadı. Çünkü sistem öyle gerekiyordu. Devletin memuru düşünen, çağa ve bilime yaraşır, demokrasi, haklarını korumayı ve geliştirmeyi çabalayan biri olarak değil, rüşvet yiyen, amirine dalkavukluk yapan, ırkçı, irticacı, rantçı biri olması istendi. Esasında bu memur affı kirliliklere bulaşanları affetmektedir. Dönem dönem sicil aflarının amacı da budur. �İşini bilen memurları cesaretlendirmek.�
Sendikal faaliyetleri serbest bırakan Başbakanlık genelgeleri, anayasal hükümler ve yargı kararları ancak mahkemelerde anlamını buldu. Mülki yöneticiler yasaları tanımadılar. Sendikal faaliyetlere yasaların baskıcı yönünü ortaya attılar.
Ancak iktidarların yanlısı tutum sergileyen sendikalara ise sınırsız haklar tanındı. Siyasi iktidar örneğin işkolumuzda SESve Türk Kamu Sen arasında ayrımcılık yapmaktadır. SES�e yasaların baskıcı yanı gösterilirken diğer sendikaya sağlık kurumlarının bürokratik imkanlarını sunmaktadır. Af yasası sürgün edilen kamu çalışanlarını kapsam dışı bıraktı. Çünkü sürgünler daha çok KESKüyeleri ve olağanüstü yönetim altındaki illerde yaşanmıştır. Bu da memur affındaki ayrımcı tutuma bir örnektir.
Memur sicil affı ile yeni bir soluk alan siyasi iktidar bütün çalışanlara baskısını daha çok artıracaktır. Yoksulluk sınırının altında ücrete mahkum edilen biz hekimlerin içinde yer aldığı kamu çalışanları doğal olarak tepkilerini ortaya koyacaklardır. IMF ve Dünya Bankası direktifleri ile sermaye yanlısı politikaların devam edeceği kesin olan iktidar çalışanlara yeni baskılar uygulayacaktır. Hekimlerin memur affını bu perspektifle değerlendirmesi gerekiyor. Yığınsal sorunlarımız çözüm bekliyor. Yapılması gereken aflar değil mevcut yasaları çağdaş ve demokratikleştirmek, çalışanların lehine düzenlemelerin yapılmasını zorlamaktır.
En başta 657 sayılı yasa demokratikleştirilmelidir. Çalışanların örgütlenmesinin önündeki yasal engeller kaldırılmalıdır. Yine çalışanlar rüşvet ve diğer kirli yöntemlere değil, haklarını demokratik yönden arayacak alanların genişletilmesi gerekiyor. Ekonomik ve özlük hakların iyileştirilmesi tüm bunları kolaylaştıracaktır.
Tabi ki ceza ve suç kavramını da tartışmak gerekiyor. Kimler cezayı hakediyor. İnsanca, demokratik, sosyal, laik yaşam şartları için mücadele edenler mi, yoksa sistemin karanlık yüzünden faydalananlar mı? Kirlenmeye bulaşanların hiç affedilmemesi gerekiyor.
Hekimler haksız cezaları olduğu kadar bu ayrımcı çalışanların süreç itibarı ile de aleyhine olacaklar, affın teşhirinde çaba sarf edeceklerdir. Yapılması gereken bu çabaları işleyecek örgütlülükleri ortaya çıkarmaktır.


Bu HABERİ Paylaş!